(will be added in English)
DEZAVANTAJLARLA BAŞLAYAN BİR SAVAŞ
23
Haziran 1940’taki doğumundan itibaren, neredeyse bütün şartlar Wilma
Rudolph’un aleyhineydi. Babası Ed Rudolph’un ilk evliliğinden on bir,
ikinci evliliğinden ise sekiz çocuğu vardı ve Wilma beşinciydi.
Doğduğunda sadece iki kilo ağırlığındaydı. Hizmetçilik yapan annesi
Blanche, daha en başından Wilma’nın hayatta kalamayabileceğinden
korkmuştu. Aile, Nashville, Tennessee’nin kırk beş mil güneydoğusundaki
küçük bir kasaba olan St. Bethlehem’de yaşıyordu. Wilma doğduktan kısa
süre sonra, Rudolph ailesi Clarksville, Tennessee’ye taşındılar. Babası
trenlerde hamal olarak çalışırken, annesi haftanın altı günü
başkalarının evini temizliyordu. Ağabeyleri ve ablaları, dünyaya
yeterince gelişmeden gelmiş bu hastalıklı bebeğin bakımına yardım
ediyordu.
Dört yaşındayken, Wilma poliomyelit hastalığına
yakalandı; bu, çocuklarda merkezi sinir sistemine saldıran ve
genellikle gelişim sorunlarına yol açan bir hastalıktı. Hastalıktan
kurtuldu ama artık sol bacağını kullanamıyordu. Nashville’deki
uzmanlar, bacağa düzenli masaj terapisi uygulanmasını önerdi ve Bayan
Rudolph bu masajı öğrenip büyük çocuklarından bazılarına da öğretti.
Böylece Wilma’nın bacağına her gün defalarca masaj uygulanmaya başladı.
Çocukluğunda hayatı boyunca metal bacak destekleriyle veya tekerlekli
sandalyeye mahkum olarak yaşayacağını düşündüğünde, muhtemelen
Rudolph’un özgüveni birçok kez zedelenmiş olabilir. Ama ilerleyen
yıllarda onu bekleyen şeyler, hiç de düşündüğü gibi değildi.
Beş
yıllık tedaviden sonra, Wilma bir gün bacak desteklerini çıkarıp kendi
başına yürüyerek doktorlarını şaşırttı. Bu kızın desteksiz
yürüyebilmesi elbette ki bir mucizeydi ama Rudolph’un bununla yetinmeye
niyeti yoktu: O koşmak için yaratılmıştı!
FİZİKSEL ENGELLERE İNAT
Çok
geçmeden, Rudolph evinin arka bahçesinde kardeşleriyle basketbol
oynamaya, sokaklarda kendi yaşıtlarıyla atletizm yarışmalarına başladı.
“12 yaşıma geldiğimde,” diyecekti ilerleyen yıllarda Chicago Tribune’a
verdiği bir röportajında, “koşuda, atlamada, aklınıza gelebilecek her
türlü sporda mahalledeki bütün çocuklarla yarışıyordum.”
Rudolph,
lisenin basketbol takımında oynamayı çok istiyordu ama koçu kendisini
takıma alması için bir türlü ikna edemiyordu. Sonunda kendisini
denemesini isteyecek cesareti bulabildiğinde, koç her sabah kendisini on
dakika özel olarak çalıştırmayı kabul etti. Rudolph henüz birinci
yılındaydı. Sonunda Clarksville, Mississippi’deki Burt Lisesi basketbol
takımına katıldı, çünkü koç ablasının oynaması gerektiğine karar
vermişti. Babası da, ancak katılmasına izin verildiği takdirde Wilma’nın
katılmasını onayladı.
Çok geçmeden, Rudolph ne kadar
değerli bir basketbolcu olduğunu kanıtladı. Lisenin son yılında, yirmi
beş oyunda 803 sayı yaparak kız basketbol takımları arasında bir rekora
imza attı. Ayrıca, koşu çalışmalarına da başlamıştı ve aslında kısa
mesafe deparlarda daha başarılı olduğunu görmüştü. Tennessee Devlet
Üniversitesi kadın atletler koçu Ed Temple’ın dikkatini çektiğinde henüz
on dört yaşındaydı. Temple ona muazzam bir potansiyele sahip olduğunu
söyledi ve böylece yaz boyunca diğer öğrencileriyle birlikte onu da
çalıştırmaya başladı.
OLİMPİYATLAR
Daha
birkaç yıl önce etrafındaki herkes bir daha yürüyüp yürüyemeyeceğini
merak ederken, Rudolph şimdi gözünü o insanların imkansız olarak
adlandıracağı bir şeye dikmişti: “Olimpiyat madalyası!”
Kendi
fiziksel sorunları bir yana, Olimpiyat Oyunları, o yıllarda
Tennessee’de yaşayan bir Afrikalı-Amerikalı genç kız için gerçekleşmesi
imkansız bir rüyaydı. Üstelik Olimpiyat Oyunları’nın ne olduğunu
öğrendiğinde, Rudolp 15 yaşındaydı. Yine de arayı kısa sürede kapadı.
Dört sezon boyunca, liseler arası turnuvalarda tek bir yarış bile
kaybetmedi. “Sakat kız” rakip tanımıyordu. Antrenörlerinin belirttiğine
göre, yarış başlarken gözünü bitiş çizgisine dikiyor, yüzündeki
ifadeden çok farklı bir ruh hali içine girdiği anlaşılıyordu ve
metreleri bacaklarıyla değil, yüreğiyle, zihniyle, ruhuyla yutuyordu.
Üstelik yarışların birçoğunu açık farkla bitiriyordu! Hatta bir yarışta
spikerlerden biri şöyle haykırmıştı: “Hey, bu kız bitiş çizgisini ne
zaman geçti?” Sonunda, on altı yaşındayken, Melbourne, Avustralya’da
düzenlenen Yaz Olimpiyatları’na katılmaya hak kazandı ve eve bir bronz
madalyayla döndü.
Rudolph, 1957 yılında Tennessee Devlet
Üniversitesi’ne başladı ve ilkokul öğretmeni olmaya karar verdi. Ama
bütün boş zamanlarını koşuyla geçiriyordu. Bu tempo sonunda etkisini
gösterdi ve 1958 sezonunun büyük bölümünde koşamayacak kadar ağır
hastalandı. 1959 yılında geri döndü ama Birleşik Devletler ve Sovyetler
Birliği arasında gerçekleşen önemli bir karşılaşmada sakatlandı.
Hayatı boyunca sadık bir dost olduğunu kanıtlayacak olan Ed Temple,
iyileşme süresince Rudolph’un yanından ayrılmadı ve 1960 yılına
gelindiğinde, Rudolph, Roma’ya, İtalya’ya gitmeye hazırdı.
1960
Olimpiyatları’nda, Rudolph bir kez daha gözünü bitiş çizgisine
dikmişti. Ama bu kez karşısında dönemin en güçlü kadın atleti, Alman
Jutta Heine vardı. Daha önce Jutta’yı yenebilen kimse çıkmamıştı. O
kadar ki diğer atletler altın değil, gümüş madalya için yarışıyordu.
Ama ilk 100 metrelik deparda Rudolph kazandı. Bir sonraki 200 metrelik
deparda ise en yakın rakibinin yaklaşık 3 metre önünde bitirdi. 100
metrede dünya rekoruna yetişmiş, 200 metrede ise yeni bir Olimpiyat
rekoru kırmıştı.
Sonunda 400 metrelik bayrak yarışı
geldi. Bir kez daha Wilma’ya karşı Jutta yarışacaktı. Wilma’nın
takımındaki ilk iki yarışçı, bayrağı sorunsuz bir şekilde aktarmayı
başardı ama üçüncü yarışçı bayrağı Wilma’ya verirken o kadar
heyecanlıydılar ki bayrak düştü ve Wilma onu almak için eğilirken,
Jutta’nın kendisini geçtiğini gördü. Daha önce hiç kimse fırtına gibi
bir atlet olan Jutta’yı pistte yakalamayı başaramadığı için herkes
sonucun belirlendiğini düşünürken, Rudolph bir kez daha gözünü bitiş
çizgisine dikti. Bu, o yıl üçüncü Altın Olimpiyat Madalyası’nı
kazanmasına yetti!
Fransızlar ona “La Gazelle” adını
takmıştı. Hiç şüphesiz, Rudolph’un 1960 Olimpiyat Oyunları’ndaki
başarıları, Olimpiyat tarihine altın harflerle kazındı.
ÜNÜN ARDINDAN
Wilma
Rudolph, bir anda bütün Avrupa ve Amerika’da tanındı. Koşacağı her
yerde, büyük kalabalıklar toplanıyordu. Peş peşe yemeklere, ödül
törenlerine ve televizyon programlarına katılıyordu ve Başkan John F.
Kennedy tarafından resmi olarak Beyaz Saray’a davet edilmişti.
Ama
Rudolph kesinlikle değiştirmeyeceği bir karar verdi: 1964 Olimpiyat
Oyunları’na katılmayı reddetti. 1960 yılındaki başarısını
tekrarlayamayacağını düşünüyordu ve güçten düşmüş gibi görünmek
istemiyordu. 1963 yılında amatör atletizmden emekli oldu, üniversite
eğitimini bitirdi ve hem okul öğretmeni hem de atletizm koçu oldu. Aynı
zamanda anne oldu ve iki evlilikten sonra dört çocuğunu tek başına
büyüttü.
YETENEK ZİYAN OLMAMIŞTI
Yirmi
yıldan uzun bir süre boyunca, Wilma Rudolph öğrendiği dersleri genç
sporcularla paylaşmak için elinden geleni yaptı. 1977 yılında
yayınlanan Wilma adlı otobiyografisini yazdı ve bu kitaptan yola
çıkılarak bir film çekildi. Amerika’nın hemen her yerinde konferanslar
verdi ve 1991 yılında, otuz yıldır Doğu ve Batı Berlin’i ayıran Berlin
Duvarı’nın yıkılışı kutlamalarına katıldı. Yaşadığı şehirde spor
kliniklerinin kurulmasına ve yönetilmesine yardım ederken, üniversite
atletizm takımlarına danışmanlık yaptı. Ayrıca, amatör atletleri
yetiştirmeye odaklanan kendi organizasyonu, Wilma Rudolph Vakfı’nı
kurdu. Rudolph sürekli yolculuk yapıyordu ve gençlere hitaben yaptığı
motivasyon konuşmalarıyla büyük ün yapmıştı.
Wilma
Rudolph, 12 Kasım 1994 yılında Brentwood, Tennessee’deki evinde beyin
tümörü yüzünden hayata gözlerini kapadığında, geride onunla gurur duyan
iki oğul, iki kız, altı kız kardeş ve iki ağabey ile gerçekten ilham
verici bir miras bırakmıştı.
No comments:
Post a Comment