(will be added in English)
Sevgili Muhammed,
Güzel yazını büyük bir keyifle okudum. Birçok noktada düşüncelerimiz birbirine çok benziyor, önce onu belirteyim; ancak, senin de daha önce belirttiğin gibi bazı temel fikir ve prensip ayrılıkları olmakla birlikte, ortak düşüncelerimizi de farklı şekillerde ifade ediyoruz gibi geldi bana.
Ben bu konudaki düşüncemi ortaya koymak için, senin seçtiğin önermelerden bazılarını Zen ve modern spiritüalizm açısından ele almaya çalışacağım. Ne var ki senin yazının sonlarına doğru kullandığın bir ifade özellikle dikkatimi çekti; önce buna değinmek istiyorum: Allah’ın Evren’in kendisi olduğunu düşünmek yanılgısından söz ediyorsun. Bu genellikle spiritüalizmde de çok yanlış anlaşılan ve çok yanlış ifade edilen bir kavramdır aslında. Spiritüalizm, Mutlak Yaratıcı’nın her şeyin içine nüfuz etmiş olduğunu, yaratılmış olan her şeyin onun enerji zerrelerini taşıdığını söyler ki benim inancım da budur. Ancak, Allah’ın Evren’in kendisi olduğunu düşünmek, Mutlak Kudret’i sadece Evren’le sınırlamak olur ki işte bu yanlıştır. Evren, bizim inancımıza göre, Yaratıcı’nın tezahür ettirdiği bir olgudur sadece; bir “yaratılmış”tır. Galaksiler, sistemler, yıldızlar, gezegenler vs. gibi Dünya üzerindeki tüm canlılar da yine bu zerrelere dahildir. Yani aslında şöyle ifade etmek gerekir: Evren, Mutlak Yaratıcı’nın parçasıdır ama Mutlak Yaratıcı, Evren’den ibaret değildir.
Yine, özellikle üç büyük dinin kutsal kitaplarında çok yanlış anlaşıldığını düşündüğüm bir konu var ki o da Şeytan. Aslında bu yanlış anlaşılmada özellikle iktidarı elinde tutmak isteyen din adamlarının (bu konuda üç dini birbirinden ayırmıyorum; hepsindeki köktendinci bağnazları katıyorum), Hollywood’da üretilmiş korku filmlerinin ve korku romanlarının etkisi bence çok büyük. Açıklamaya çalıştığım fikre en güzel örnek, muhtemelen hatırlarsın, Linda Blair’ın oynadığı şu klasikleşmiş Exorcist (Şeytan) filmindeki bazı replikler olabilir. Filmde küçük bir kızın içine bir iblis girer ve iki Hıristiyan rahip onu kurtarmaya çalışır.
Spiritüalizm, “demonic possession” kavramının gerçek olduğunu öne sürer ki özellikle iradesi çok zayıf kişiler için bunun bir ölçüde doğru olabileceğine inanıyorum; ancak, kendi deneyimlerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki “demonic possession” genellikle kişilerin bedeniyle değil, bir mekanla ilgilidir. Bunun olabildiğini, birtakım negatif bedensiz varlıkların (tanımı ne olursa olsun), ev gibi birtakım mekanlara hakim olmaya ve mekanın enerjisini kirletmeye çalışabildiklerine kendim de tanık oldum. Fakat, bir kişinin bedenini ele geçirmeleri fikri çok ama çok uç nokta bir örnektir ve bugüne kadar ne kendim tanık oldum ne de – her ne kadar inanmak istesem de – buna dair şüphe götürmez bir kanıt görebildim. En son incelediğim örneklerden biri, hikayesi Exorcism of Emily Rose adlı filme konu olan Anneliese Michel adlı talihsiz kızın durumu; bu konuda facebook’ta Selim Yeniçeri’s Bookworms grubumda yazdığım makaleyi ilişikte sana gönderiyorum, belki okumak istersin. (Bu yazı Çirkin Ördek Okulu’nda da yayınlanmıştır.)
Gerçek şu ki Hıristiyanlık inancının ciddi şekilde saptırılmış bir versiyonunu savunan Vatikan, senin de çok iyi bildiğini tahmin ettiğim gibi, antik Roma İmparatorluğu döneminde, Caesar unvanının kaybolmasını istemeyen Constantine tarafından kuruldu ve zaman içinde Caesar unvanı Papalığa dönüşürken, aslında Roma Panteonu da Katolik Hıristiyan Kilisesi adını aldı. Her ne kadar Protestanlık, Ortodoksluk vs. gibi alternatif Hıristiyan mezhepleri olsa da, azizler ve azizeler anlayışı devam ettiği sürece, Batı dünyası ne yazık ki Paganizm etkisinden kurtulamayacak. Bu elbette ki onların sorunu diyebiliriz, ancak benzer düşünceler bugün İslamiyet ve Musevilik inancının “sürdürülüş şekillerinde” de görülüyor. Başta “demonic possession” olmak üzere, çeşitli okült kavramlarının doğduğu yer de zaten Paganizm.
Bunu vurgulamamın nedeni şu: Bu anlayış, azizler, azizeler, iblisler vs. gibi kavramları kullanırken, aslında amaç, öncelikle din adamlarının kontrolü elinde tutabilmelerini garantilemek adına, inananları korkuyla terbiye etmek ve itaat etmelerini sağlamaktır. Gerçek İslam inancı özünde insani değerleri savunurken, insana kişisel, ahlaki ve sosyal açılardan kendini geliştirmesi gerekliliğini anlatırken, Batı’da hakim olan bu inanç tarzı, insana şanssızlıklarını kabullenmeyi dayatır: “Bugün içinde yaşadığınız yoksulluğu kabul edin; siz ruhunuzda İsa Mesih’e boyun eğdiğinizde, Cennet’te en zenginler arasına gireceksiniz.” Aslını istersen, bu durumda Secret kitabı kendi içinde de çelişiyor. İnsanın yaşadığı her şeyi kendi kendisinin çektiğini söylemek bu kadercilik anlayışına sığarken, aynı zamanda da “iyi şeyler çekin” diyor. Buna daha sonra geleceğim.
İnanç sistemindeki bu korku unsuru, ne yazık ki asırlar boyunca çok yanlış bir algının doğmasına neden olmuş bence: Dünya üzerinde karanlıkla ışık veya iyilikle kötülük arasında süregelen bir savaş. Evet, ben böyle bir savaşın tüm evrende sürdüğüne inanıyorum ki bu aslında spiritüalizm inancına göre, Yaratıcı’ya dönüş yolculuğumuzda aslında O’ndan birer zerre olduğumuzu hatırlamamız için gereken bir dengedir. Ancak, bu karanlıkla ışık arasında bir savaştır; diğer bir deyişle, Cehennem yaratıklarıyla Cennet yaratıkları arasında sürer. İnsanlar, birey olarak benimsedikleri prensiplerle, yaşama ve başkalarına yaklaşımlarıyla bu güçlerden birine dahil olurlar. Hepsi birer deneyimdir, hepsi ruhsal gelişime katkıda bulunur ve ancak Yaratıcı’nın Evren için belirlediği plana uygun olduğu sürece dengede kalır. Ne var ki Hıristiyanlık otoritelerinin ve sağ olsun, Hollywood’un katkılarıyla ve üstü kapalı dayatmalarıyla, konu Şeytan’la Yaratıcı arasında bir savaşa dönüştürülmüştür ki bunun adı bana göre tek kelimeyle “şık koşmak,” yani putperestliktir. Şeytan, tıpkı diğer tüm melekler ve insanlar gibi, Evren’in, dolayısıyla da Mutlak Yaratıcı’nın bir parçasıdır; onun karşısında duran bir güç değildir! İnsanı O’na giden yoldan caydırmaya uğraşabilir ama O’na denk bir güç asla olamaz!
Her ne kadar konudan uzak gibi görünse de, aslında bu çok önemli ve doğrudan bağlantılı bir nokta. Bu yüzden bu kadar uzun anlatıyorum. Spiritüalizm her ne kadar Mutlak Yaratıcı’nın özünde Sevgi’nin kendisi olduğunu söylese de, hatta kişisel olarak O’nu tanımlamak için belki en güzel sıfatın Yunus Emre’nin deyimiyle İlahi Aşk, spiritüalizmin deyimiyle Koşulsuz Sevgi olduğuna inansam da, ne yazık ki Secret gibi, otoriteymiş görüntüsünde sunulan bazı literatür parçaları, spiritüalizme de korku unsuru katarak inanç sistemini Paganizme dönüştürme çabası içinde. Zira, bu tür fikirler ve konseptler aslında Vatikan’ın savunduğu Hıristiyanlık inancının desteklediği şeyler ve ben Secret’ın böylesine bir başarı ve güç seviyesine ulaşmasının ardında da Vatikan’ı ya da belki de daha doğrusu, Yahudi komplolarını destekleyen İngiliz Emperyalizmini (aslının Amerikan değil, İngiliz kaynaklı olduğuna inanıyorum) görmeden edemiyorum.
Bundan birkaç yıl önce hiç unutamadığım bir rüya görmüştüm. İzin verirsen burada seninle paylaşmak istiyorum. Rüyamda, karşımda üç din adamı vardı: Biri haham, biri piskopos, diğeri de imam. Bana günah ve sevap kavramlarıyla ilgili ne düşündüğümü soruyorlardı ve ben aynen şu cevabı veriyordum:
“Sevap ve günah kavramları, sadece insanı Yaratıcı’ya uzanan doğru yola yönlendiren kriterler olarak ele alınabilir. Ahlaki ve insani açıdan doğru ve yanlış davranışlar, insanı O’na yaklaştırabilir ya da O’ndan uzaklaştırabilir ama bu, kişinin sadece kendisiyle ilgilidir. Aman Yaratıcı bizi cezalandıracak, aman iyilik yapalım da O’nun gözüne girelim şeklinde düşünerek izlenen doğru veya yanlış davranışların bir anlamı olamaz, çünkü O, insanların davranışlarından bağımsızdır. Sevaplar kişiyi O’na yaklaştırmakla veya günahlar kişiyi O’ndan uzaklaştırmakla, kişilerin sadece kendi kendilerini ödüllendirmelerini veya cezalandırmalarını getirir. Nasıl ki bir anne ya da baba olarak, hapse düşen çocuğunuzu sevmeye devam ederseniz, siz Cehennem’e de düşseniz, O sizi sevmeye devam edecektir, çünkü O, Koşulsuz Sevgi’dir. Yaradan’ın sizi sevaplarınıza veya günahlarınıza göre sevip sevmeyeceğini düşünmek, O’nu bir insan gibi değerlendirmektir ve O’nu bir insanmış gibi düşünmek de, putperestliğin ta kendisidir!”
Şimdi, tüm bunların ışığında, bazı önermelere bir de spiritüalizm açısından bakalım.
Önerme: “İstediğiniz her şeyi elde edebilir, her şey olabilirsiniz.” “Seçtiğiniz şey ne olursa olsun ona sahip olabilirsiniz, hedefin büyüklüğü hiç önemli değil.” S.1
Cevap: Bu önerme, aslında Hindu karma felsefesinden doğmuş olan makro felsefenin çarpıtılmış bir halidir. Spiritüalizm, reenkarnasyon inancından yola çıkarak, ruhun çeşitli yaşamlarda çeşitli rollere girebileceğini, dolayısıyla her şey olmayı seçip deneyimleyebileceğini söyler. Ancak, metafiziksel kaynaklar, 20. Yüzyılın son çeyreğinde karmaların sıfırlandığını, bundan sonra yaşayacaklarımızda kendi “niyet”lerimizin önemli olduğunu bildirmektedir.
Üç büyük dinin reenkarnasyon inancını kabul etmediğine (varsayımına; çünkü bu konuda ben pek emin değilim, zira özellikle İslam tasavvufunda reenkarnasyona işaret eden bazı ifadeler buldum ama yine de bu konuda kesin konuşacak kadar bilgim yok) dayanarak, tek bir yaşam sürecinde ele alındığındaysa spiritüalizm bile bu önermenin doğru olduğunu söylemez. İzleyeceğiniz yaşam yolunda sizi niyetlerinizin yönlendireceği doğrudur ama bu, kişisel bazda sınırlıdır. Eğer niyetleriniz kitleleri etkileyecek niyetlerse ve Yaratıcı’nın evrensel kader planına uymuyorsa, havanızı alırsınız.
Önerme: “Hayatınıza giren her şeyi kendinize çeken siz kendinizsiniz. Bunu zihninizde tuttuğunuz imgelerin erdemiyle, düşüncelerinizle yapıyor, zihninizden geçirdiklerinizi kendinize çekiyorsunuz.” S.4
Cevap: İlginç. O zaman ben neden hâlâ bir Ferrari kullanmıyorum? Spiritüalizm, hayatınıza giren her şeyi kendinizin çektiğinizi söyler, bu doğru. Ama bunların neler olacağına değil, sadece niteliklerine siz karar verebilirsiniz ve bunu da genellikle bilinçli olarak yapamazsınız. Dolayısıyla, her ne kadar zihinde canlandırma, olumlu ve hayırlı niyet geliştirme açısından önemli olsa da, her şey değildir. Dahası, siz bir şeyi ne kadar isterseniz isteyin, kendiniz ve ilgili herkesin hayrına işleyecek bir niyetle olmadığı sürece, yine eliniz boş kalır. Dolayısıyla burada ne istediğinizden önce, ne niyetle istediğiniz çok daha önemlidir.
Diğer yandan, evrensel işleyişin size ne şekilde cevap vereceğini asla kestiremezsiniz. Siz bir şeyi isterken, niyetiniz olumluysa, ilahi boyutta kabul görmüşse, gerçekte istediğinizden çok daha farklı ve çok daha kaliteli bir şekilde de verilebilir. Buna karşılık, isteğiniz bir anlamda “çocukça” bulunup, sizinle bununla ilgili güzel bir “ders” de verilebilir.
Önerme: “Kazanılan paranın yüzde doksan altısının dünya nüfusunun yalnızca yüzde biri tarafından kazanılmasının sebebi nedir sizce? Onlar sırrı biliyorlar? S.7 Parayı kendinize çekmek için zenginlik konusuna odaklanın. İstediğiniz kadar paraya şimdiden sahip olduğunuza kendinizi inandırmak zorundasınız. S.98 Parasızlığın tek sebebi paranın düşüncelerle engellenmesidir. S.99 Kendinizi bolluk içerisinde yaşarken düşünün, bereketi kendinize çekeceğinizi göreceksiniz. İşte bu kadar kolay. S.12”
Cevap: Haydi ya? Demek ki insanoğlunun yüzde 80’lik kesimi gerzek; binlerce yıldır bu kadar basit bir şeyi anlayamadıklarına göre? Olumlu, hayırlı niyetlerle bolluk bilinci oluşturabilirsiniz ve ihtiyaçlarınızın evrensel işleyişte çoğu zaman inanamayacağınız mucizelerle karşılandığını görebilirsiniz. Ama Evren’e “bana 100,000 ytl versene” diyemezsiniz. Benim, kişisel olarak, herhangi bir ihtiyaç anında yaptığım şey, öncelikle o konuyla endişeyi kafamdan silmek, söz konusu oluşumun, durumun ya da olayın altında yatan ruhsal nedenleri ve dersleri görmeye çalışmak, sonra da çözümü için elimden geleni yaparken “nasıl”ını İlahi Boyut’a havale etmektir. Bugüne kadar kesinlikle hayal kırıklığına uğratılmadığımı üstüne basa basa belirtmeliyim. Ama yine, ardındaki niyet çok önemlidir.
Önerme: “Siz evrendeki en güçlü mıknatıssınız. İçinizde barındırdığınız manyetik güç yeryüzündeki her şeyden daha güçlü. Bu akıl sır ermez çekim gücünü yayan ise yine sizin düşünceleriniz. S.7 İnsan kendi evrenini kendisi yaratır. S.36”
Cevap: Şunu kabul edebilirim: Düşünsel olarak yokluğa odaklanmak gerçekten yokluk getirir; çünkü bunu yaptığınızda, Yaratıcı’ya olan kendi güveninizi sarsarsınız ve o zaman gerçekten aranızda bir duvar örersiniz. Ama bunu, O’nun size sunduğu fırsatlara kendinizi ve gözlerinizi kapadığınız için yaparsınız, size verilmediği için değil!
Ne yazık ki neredeyse bütün dinlerde, din adamları Yaratıcı’ya uzanan yolun kendilerinden geçtiğini iddia ettiklerinden ve gücü ellerinde tutmak istediklerinden, yokluk düşüncesi özellikle vurgulanır. Ve insanları hizada tutmak için kullanılan korku unsuru kapsamında, Yaradan hep cezalandırmaya hazır, bunun için sizin açığınızı kollayan bir yargıç gibi gösterilir. Gerçek şu ki O’nun size duyduğu sevginin boyutlarını dünyevi mantığınızla algılamanız bile mümkün değildir. Gerçekte yaşamınızda bolluk, sevgi, merhamet ve güven oluşturmak, tamamen yaşama ve deneyimlerinize bakış açınıza bağlıdır; yaşadığınız olumsuzlukları “ceza” gibi görmek yerine, ruhsal gelişiminize katkıda bulunacak “dersler” olarak algılarsanız, hem gelişiminizi hızlandırır hem de özlemini çektiğiniz şeyleri hayatınıza daha kolay kabul edersiniz.
Sözgelimi, “insanlar beni sevmiyor” diye düşünürseniz, gerçekten etrafınızda sizi sevmeyen insanlar görürsünüz. Bunun nedeni, sadece o insanlarla sarılmış olmanız değil, sizin sadece onları görmenizdir. Buna da dense dense “çekim yasası” değil, ancak “algıda seçicilik” denebilir.
Aslında bu durumda kalmanızın nedeni de gayet basittir; içten içe kendi değerlerinizden, ahlaki prensipsizliklerinizden hoşlanmazsınız ve bunun sonucu olarak da kendinizi sevmekte zorlanırsınız; zira, “en kötü” olarak tanımlanabilecek insanlar bile, gerçekte ahlaki açıdan nelerin doğru olduğunu bilir. O doğrulardan uzaklaştıkça, kendilerini daha az severler ki bu kaçınılmazdır, çünkü kötülük, ruhsal bir varlık olduğundan dolayı insanın doğasına aslında terstir. Bir anlamda, kendi içlerinde bir cehennem oluşturarak, kendilerini sevgisizliğe mahkum ederler. Ama asıl soru, siz kendinizi sevmezken ve dolayısıyla başkalarını sevemeyecekken, birinin sizi sevmesini nasıl bekleyebilirsiniz?
Dahası, kendinizi sevmediğinizde, sizi sevebilecek insanların da önünü tıkarsınız, çünkü “benim sevilecek neyim var ki? Yalan söylüyor, numara yapıyor bu” diye düşünerek o kişileri kendinizden uzaklaştırırsınız.
Önerme: “… yaşlanma.. zihnimizden kaynaklanır,… ebedi sağlık ve gençlik üzerinde odaklanın.s.139”
Cevap: Bu ifade, doğru bir düşüncenin yanlış bir şekilde sunumu bence. Kişisel enerjinin genç, dinamik, coşkulu olabilecekken yaşlı, durgun, tembel olması, elbette ki kişinin kendi elindedir ve yaşama bakış açısıyla doğrudan bağlantılıdır, ancak bu pek de ruhsal değil, daha ziyade psikolojik bir durumdur. Olumsuz düşüncelerde ısrar ederek kendinizi depresyona sürüklerseniz, elbette ki kendinizi takvim yaşınızdan yaşlı, işi bitmiş, isteksiz, durgun hissedersiniz. Hayata coşkuyla sarıldığınızdaysa, içinizden doğan enerji mutlaka ki dışınıza yansır ve sizi olduğunuzdan genç gösterebilir ama bu yine de sadece belli bir ölçüde fiziksel olabilir. Yılların yüzünüze koyacağı çizgileri estetik ameliyatlarla silmeye çalışabilirsiniz; spor yaparak enerji seviyenizi yüksek tutabilirsiniz; sağlığınıza dikkat ederek kaliteli bir yaşam sürebilirsiniz. Ama önemli olan dışarıdan nasıl göründüğünüz değil, içinizde kendinizi nasıl hissettiğinizdir; bu konuda asıl mesajı verecek olan da yüzünüzün veya vücudunuzun görünüşü değil, gözlerinizdeki pırıltı ve yaydığınız auradır.
Önerme: “Neyi seviyorsanız onu yapın. Seçtiğiniz şey ne olursa olsun doğru olacak. Güç tamamıyla sizindir.s.184”
Cevap: Son derece özel ve önemli bir noktanın, inanılmayacak ölçüde çarpıtılarak ifade edilişine bir örnek. Bu üç cümleyi üç parçada ele almak istiyorum.
“Neyi seviyorsanız onu yapın.” Bu aslında bence “size doğarken verilen yetenekler neyse, ona yoğunlaşın” şeklinde daha doğru ifade edilebilir. Herkesin yaşamda izlemesi gereken bir yol, bir dharma vardır. Bunu, doğuştan getirdiğiniz özgün ve kişisel yeteneklerinize bakarak anlayabilirsiniz. Çocukken, para kazanma, ünlü olma, başkaları tarafından saygı görme endişesi olmadan, severek yaptığınız şeyler nelerdi? Başkalarının yapamadığı neleri çok iyi yapardınız? Bunlar, size dharmanızla ilgili ipuçları verecek detaylardır. Ve gerçek şu ki dharmanızı izlediğinizde ve bunu doğru bir niyetle yaptığınızda, önünüzde açılacak kapılara çoğu zaman inanamazsınız. Ama tekrar belirtiyorum: O kapıların neler olacağını da siz belirleyemezsiniz.
“Seçtiğiniz şey ne olursa olsun doğru olacak.” Neyse ki öyle değil, yoksa şimdi muhtemelen bir kiralık katil olurdum. Çünkü insan öfkeye kapılarak da seçimler yapabilir ve hayatımın büyük denebilecek bir bölümünü çok öfkeli bir ruh halinde geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Bluğ çağlarımda yaşadığım itilmişlik, dışlanmışlık ve ezilmişlik yüzünden insanlardan intikam almak istiyordum; etrafımdaki neredeyse herkesten nefret ediyordum. Yaptığım şeyleri de kendimi kanıtlamak ve başkalarına “kim olduğumu göstermek” için yapıyordum. Dolayısıyla istediğim birçok şey olmadı, olmasına izin verilmedi, çünkü ardında yatan niyetlerim yanlıştı. Oysa, her şeye rağmen bağışlamayı, öfkemi olumlu enerjiye dönüştürerek üretkenliğe çevirmeyi ve yaptığım şeyleri sadece öğrenmek, gelişmek, yardım etmek, bir değer oluşturmak ve bundan zevk almak uğruna yapmayı seçtiğimde, sonrasında gelen gelişmelere kendim bile inanamadım. Bunlar bir gecede olmadı elbette ama sonuç tek kelimeyle mucizeydi. Eski halimi bilen insanlar beni yıllar sonra gördüklerinde, sık sık “ne oldu sana böyle? Aynı insan değil gibisin” diyorlardı. Dolayısıyla, bu fikir bence şöyle daha doğru ifade edilebilir: “Doğru şeyleri doğru niyetlerle seçtiğinizde, beklediğinizden çok daha iyi sonuç getirir.”
“Güç tamamıyla sizindir!” İşte buna bayıldım. Bu cümleyi kim yazmışsa, kendini He-Man sanıyor olsa gerek ki o bile kendi gücünü değil, Gölgelerin Gücü’nü kullanırdı. Şaka bir yana, gerçek şu ki burada sözü edilen evrensel gücü kullanmanın yollarını bulabilirsiniz ama güç asla sizin değildir. Ve işi yüzünüze gözünüze bulaştırırsanız, o gücü nasıl yönlendireceğinizi bilemezseniz, işte o zaman “ayvayı yersiniz.” Diğer yandan, güç tamamen bizim olsaydı, dünya şimdi olduğundan çok daha beter bir tımarhane olurdu, çünkü öyle bir gücü kullanmak bir yana, ona sahip olmak bile insanı çıldırtmaya yeter. Hayır, bizler sadece sözü edilen bu evrensel gücün dünyada tezahür ettirilmesine kanal olabiliriz ve bunu ancak niyetlerimizin ilahi plana uygunluğu ölçüsünde yapabiliriz. İnsanlık tarihinde en fazla cinayeti işlediği varsayılan Hitler’in bile, en azından bence, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın yol açtığı dehşet ve katliam, insanlık adına ciddi bir şefkat dersi sunacağı için bunları yapmasına izin verildi. Karmik felsefeye göre o katliamda ölen veya inanılmaz acılar çeken insanların bunu kendilerinin (doğmadan önce) seçmiş olması mümkün olabilir ki benim inancım da bu yönde, ancak bunu daha çok önemli ve vurucu bir insanlık mesajı veren bir tiyatro oyununun sahnelenmesi gibi görülmesi gerekir. Dolayısıyla, Hitler oyunun yazarı ya da yönetmeni değildi; oyunculardan biriydi. Yazar ve yönetmen, Yaratıcı’nın kendisiydi.
Son olarak, Muhammed’ciğim, büyücülük, astroloji ve falcılık konseptlerinden “modern din” diye söz etmişsin. Öncelikle, bence bunların din olarak algılanması, insanların zaten bu kavramları doğru dürüst anlayamamasından kaynaklanıyor. Bunların hiçbiri inanç sistemi olamaz aslında. Her dinde okült öğretiler vardır; büyücülük ve falcılık da bunlar arasındadır. Büyülerin gerçek olması ve kesinlikle kullanılmaması gerektiği gerçeği bir yana, ben metafizikle bu kadar içli dışlı biri olmama rağmen, asla falları çok fazla ciddiye almadım. Sonuçta kimse geleceği bilemez, çünkü her şeyden önce özgür irade diye bir şey var ve bizler yaşam süreçlerimizde sürekli tercihler yapıyoruz. Sonuçta yazgımız gereği ulaşacağımız nokta aynı olsa da, oraya nasıl ulaşacağımızı kendimiz seçiyoruz; zor yoldan mı gideceğiz, kestirmeden mi; doğru prensiplerle hareket ederek oraya ulaştığımızda temiz bir vicdanımız mı olacak, yoksa her yol mubah mı diyoruz? Dolayısıyla, herhangi bir yöntemle fal bakıldığında, ancak ve ancak kişinin o anki mevcut tercihleri doğrultusunda “belki” bir şeyler söylenebilir ama bu da geleceği görmek değil, ancak mevcut olanlara dayanarak yorumlar yapmak olarak adlandırılabilir.
Astrolojiye gelince; ben bu konuyu diğerlerinden çok ayrı tutuyorum. Sonuçta İslam inancında da Yıldız Okuma vardır ve bugün astroloji bir inanç sisteminden çok, psuedo-science (yarı-bilim) olarak daha doğru tanımlanabilir. Astroloji fal değildir; senin başına bu gelecek, şunu yaşayacaksın, böyle davranacaksın demez. Benim tanımımla, astroloji daha çok bir yol haritasıdır. Eğer bir yere gitmek istiyorsam, oraya ulaşmada hangi yolu izlersem daha kolay olacağını, ne zamanlarda yolun daha açık olduğunu, ne tür riskler doğabileceğini bilmek isterim; ama sonuçta oraya gidecek olan kişi benimdir ve niyetlerimden, davranışlarımdan, tercihlerimden sadece kendim sorumluyumdur.
Sonuç olarak, senin de telefonda dediğin gibi, ayrıldığımız noktalar var ve seninle karşılıklı fikir alışverişi yapmaktan büyük keyif alıyorum. Ancak, şu çekim yasasının “yasa”lığı konusundaki görüşümüzde hemfikiriz kardeşim. Böyle bir şeyin bilimsel olarak ele alınması mümkün değildir ve çekim yasası öyle herkes için, her istendiği anda, her istendiği şekilde işlemez! (Neyse ki.)
Selim bey merhaba,
ReplyDeleteSiteden de yorum yaptım. Buradan da iletmek istiyorum.
"Ruhsal Zeka'nın Yazarı Muhammed Bozdağ ile "The Secret" ve Evrenin Çekim Yasası Üzerine Bir Yazışma" konulu yazınız uzun zamandır okuduğum en iyi yazılardan biriydi. Elinize sağlık.
Ruhsal Zeka ile 2004, tasavvuf ile 1999 yılından beri haşır neşirim. Felsefeyi de severim. Bu yazınızda bahsi geçen kitapları (Ruhsal Zeka, Secret) ve benzeri muhtelif kitapları (Tanrılar Okulu gibi) okudum.
Hiç bir şeyin tesadüf olmadığını bilen bir insan olarak ruhsal zeka ve tekamül kaynağı ile ilgili yazmayı tasarladığım yeni yazım için araştırma yaparken size ve yazılarınıza rastladım. Hatta mümkünse alıntılar yaparak kullanmak istiyorum. Son derece beğenerek, beyin açıcı olarak okuduğumu bir kez daha ifade etmek istiyorum.
Selamlarımla,
Banu ÇAKAR
(www.banucakar.com)