Wednesday, February 22, 2012

Böbürlenme Padişahım, Senden Büyük Allah Var!

(will be added in English)

Uzun zaman önce, İngiltere tahtında Canute adında bir hükümdar oturuyordu. Birçok lider ve güç sahibi birçok insan gibi, Canute da sürekli kendisine övgüler yağdıran insanlarla sarılıydı. Bir odaya girdiği her seferinde, övgüler birbiri ardına gelmeye başlardı.

“Siz gelmiş geçmiş en büyük insansınız,” derdi biri.

“Ey, kralım, sizin kadar güçlü biri asla var olamaz,” diye üstelerdi bir diğeri.

“Majesteleri, sizin yapamayacağınız hiçbir şey yoktur,” derdi bir başkası, gülümseyerek.

“Yüce Canute, siz her şeyin efendisisiniz,” diye şarkı söylerdi biri. “Bu dünyada hiçbir şey, size itaatsizlik etme cesaretini gösteremez.”

Ama kral akıllı bir adamdı ve böylesine aptalca konuşmalar dinlemekten bıkmıştı.

Bir gün subayları ve danışmanlarıyla birlikte deniz kenarında yürürken, her zamanki gibi övgüler yağıyordu. Canute onlara bir ders vermeyi düşündü.

“Yani sizce dünyadaki en büyük, en güçlü, en yüce adam benim, öyle mi?” diye sordu.

“Ey, kralım,” diye bağırdılar, “sizin kadar güçlü ve büyük biri asla var olmamıştır ve asla da olmayacaktır!”

“Ve sizce her şey bana itaat eder, öyle mi?” diye sordu Canute.

“Kesinlikle!” dediler. “Dünya önünüzde eğilir ve emirlerinizi yerine getirir.”

“Anlıyorum,” dedi kral. “O halde bana tahtımı getirin de suya girelim.”

“Emredersiniz, Majesteleri!” Az sonra kraliyet tahtını getirip, sahildeki kumların üzerine yerleştirdiler.

“Denize iyice yaklaştırın,” dedi Canute. “Tam suyun kenarına koyun.” Sonra oturdu ve okyanusu incelemeye başladı. “Suyun yükselmek üzere olduğunu fark ettim. Sizce emir verdiğimde durur mu?”

Etrafındakiler şaşırmıştı ama hayır demeye cesaret edemiyorlardı. “Emir verin, ey yüce kralımız, size itaat edecektir,” dedi içlerinden biri.

“Pekala. Hey, Deniz!” diye seslendi Canute. “Sana daha fazla yükselmemeni emrediyorum! Dalgalar, kıyıya vurmayı bırakın! Ayaklarıma dokunmaya bile cüret etmeyin!”

Kısa bir an sessizce bekledi ve küçük bir dalga gelerek ayaklarını yaladı.

“Buna nasıl cesaret edersin!” diye bağırdı Canute. “Okyanus, hemen geri dön! Sana geri çekilmeni emrettim ve bana itaat etmek zorundasın! Geri dön!”

Buna cevap olarak, başka bir dalga daha geldi ve kralın ayaklarını örttü. Her zaman olduğu gibi su yükselmeye devam etti; giderek yükseldi, yükseldi. Sonunda tahtın etrafını sardı ve sadece kralın ayaklarını değil, cüppesini ve pelerinini de ıslattı. Etrafındakiler şaşkınlıkla ve tedirginlikle ona bakarken, kralın aklını kaçırıp kaçırmadığını merak ediyordu.

“Pekala, dostlarım,” dedi Canute, “görünüşe bakılırsa, sahip olduğuma inandığınız kadar büyük bir gücüm yok. Umarım bugün bir şeyi öğrenmişsinizdir. Umarım her şeye gücü yeten tek bir Kral olduğunu ve denize O’nun hükmettiğini, okyanusu O’nun avucunda tuttuğunu artık anlamışsınızdır. Bence övgülerinizi O’na saklasanız daha iyi olur.”

Kraliyet danışmanları ve subaylar, utanç içinde başlarını eğdiler. Söylentilere bakılırsa, Canute o olaydan kısa süre sonra tacını başından çıkardı ve bir daha da hiç takmadı.

James Baldwin, The Book of Virtues (Erdemler Kitabı)

* * *

Belki eski çağların aksine, artık her yerde krallar, kraliçeler görmüyoruz ama bir tahtta oturmasa bile kendini “majestik” bir varlık olarak gören insanlarla karşılaşmak hiç de zor değil. İçlerinden şanslı olan bazıları yaşam yolunun bir yerinde ayaklarını yere bastıracak ve gerçekte düşündüğü kadar “yüce” olmadığını anlamasını sağlayacak olaylarla karşılaşabiliyor ama gerçek şu ki birçoğu cahil bir yaşam sürdükten sonra, bu dünyadan da cahil ayrılıyor.

Hangi biçimi olursa olsun, güç daima baş döndürücüdür. Bu bir gerçektir. Diğer bir gerçek ise, güce sahip olanların çok azının yukarıdaki hikayede adı geçen kral kadar kendinin farkında olduğudur. Bugün dini politika veya gösteriş aracı yapsın ya da yapmasın, birçok kişi inançlı olduğunu öne sürerek “Elhamdülillah” demeyi biliyor ama size sorarım: Kaçı hayatını Tanrı’ya tam bir teslimiyetle sürdürebiliyor? Kim her şeyin olması gerektiği gibi olacağına güvenerek kendini Gerçek Kral’ın ellerine tam bir inançla teslim edebiliyor? Bu, endişelerden, kaygılardan, korkulardan arınmış bir yaşam sürmek ve kendinizden çok daha yüce, bütün evrenin varlığını ve akışını sürdürmesini sağlayan ve denetleyen bir güç tarafından her zaman korunduğunuzu, korunacağınızı bilmek ve o güce sığınmak demektir.

Gerçek şu ki bir insan hem Tanrı’ya inandığını iddia edip hem de “bu benim” diyemez. Bu iki tutum, temel mantık açısından birbirine tamamen zıttır. Gerçekten inançlı olan bir insan, bu yaşamda hiçbir şeye sahip olamayacağını da bilir.

Eğer bilmem kaç tane evimiz, bilmem ne kadar paramız, bilmem ne kadarlık arabamız olduğunu düşünüyorsak… bir daha düşünelim!!! Üzerinden daha on yıl geçti; o ünlü 1999 depreminde böyle düşünerek yatağa giren ama sabah kalktığında hepsinin elinden alındığını gören nice insan vardı! O övünülen evlerin yerinde yeller esiyordu. O övündükleri arabaları, evlerinin, hanlarının enkazlarının altında kalmıştı! Öylesine büyük bir yıkım vardı ki sigorta şirketleri zararın ancak çok küçük bir bölümünü karşılayabildi; onu da kendileri iflas edene kadar yapabildiler! Bankadaki paramıza ise o kadar güvenmeyelim, çünkü hepsi elektronik ortamda yazılmış sanal rakamlardan ibarettir! Bütün dünyayı saran elektronik ağda bir çöküş yaşanırsa ve kimin hesabında ne kadar para bulunduğu konusunda kayıtlar kaybolursa, o paranın da nasıl bir illüzyon olduğu anlaşılır. 2000 krizi denen şey de buydu zaten ve neyse ki yaşanmadı.

Elbette ki o deprem gibi bir felakette ölen insanlara hepimiz üzüldük; dahası, Marmara Bölgesi civarında yaşayan hepimiz o cehennemi gecenin dehşetini hâlâ hatırlıyoruz. Ama onca ölüm, bu dünyadaki bedenlerimizin bile bize ait olmadığını göstermeye yeterlidir.

Sahip olduğumuza inandığımız şeyler asla bizim değildir; biz parasını ödeyerek elde ettiğimiz bir şeyin sadece kullanım hakkını alırız, çünkü gerçekte var olmayan bir şeye sahip olmak da mümkün değildir. Tanrı’nın gözünde o hakkımız sona erdiğinde de, o şey elimizden alınır. Kazandığımız bir başarıyla, elimize geçen bir miktar parayla, direksiyonuna geçtiğimiz lüks bir arabayla, yaşadığımız devasa bir evle biraz başımız dönerse, yukarıdaki hikayeye ek olarak, içinde yaşadığı fıçısından başka hiçbir şeyi olmayan Diogenes’in tanrı olduğu kabul edilen Büyük İskender’e verdiği cevabı hatırlayalım: “Gölge etme, başka ihsan istemem!” Zira, o yüce imparator Büyük İskender’in bile, gerçekten de Diogenes’e verebileceği hiçbir şeyi yoktu!

Bize ait olan, elimizden asla alınmayacak olan tek şey ruhumuzdur ve o ruh, Tanrısal boyutla gerçek bağlantımızdır. İnsan kendi ruhuyla bağlantısını kaybettiğinde, Tanrısal boyutla bağlantısını da kaybeder ve ne kadar inançlı ve dindar olduğunu iddia etse de, kendini dünyevi, maddi ve sonuç olarak da illüzyondan ibaret olan değerlere sığınmaktan uzak tutamaz. O zaman üzerimize geçirdiğimiz pahalı bir takım elbiseyle, boynumuza taktığımız pahalı bir mücevherle, hatta değersiz bir kumaş parçasından yapılmış bir polis rozetiyle ve hatta fiziksel görünüşümüzle kendimizi tanımlamaya, gücümüzü göstermeye, başkalarının üzerinde yükseldiğimizi kanıtlamaya çalışırız.

Bu ne zavallılıktır!...


“Siz, bu halkın size toprak, para ve konum sağlamak için var olduğunu düşünüyorsunuz; bense sahip olduğunuz toprak, para ve konumun, o insanlara özgürlük sağlamak için olduğunu düşünüyorum.”
– William Wallace, Braveheart

No comments:

Post a Comment

Real Time Analytics Real Time Web Analytics