Wednesday, February 22, 2012

Tanrı Hep Oradaydı

(will be added in English)

Hayatı 3 yaşından beri sanatın çeşitli dallarıyla geçmiş, 8 yaşındayken kendini TRT’de seslendirmen ve radyo sanatçısı olarak mikrofon karşısında bulmuş, 11 yaşında İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahne tozunu yutmaya başlamış bir çocuk, babasının “geleceğini düşünerek” yaptığı bir hata sonucu kendini alakasız bir şekilde bir ticaret lisesinde bulunca, sudan çıkmış balığa dönmüştü.

Daha küçük yaşlarından itibaren ünün tadını almaya başlamış, o yaşa kadar tüm hayatı boyunca sanatla nefes alıp vermiş bu çocuk, bir anda ait olduğu ortamdan koparılıp alınmıştı ve yaşıtlarıyla yaşadığı sosyal uyumsuzluk yüzünden giderek içine kapanmaya, denklerinin arasında itilip kakılmaya, dışlanmaya başlamıştı.

Günün birinde, radyoda dinlediği bir şarkıyla kendini kanıtlamak için bir yol bulmuştu: Bir Rock yıldızı olacaktı. Böylece, sağdan soldan bulduğu bir klasik gitarla, müziği öğrenmeye başladı. Hayatında ilk kez harçlıklarından para biriktirerek ilk elektrik gitarını satın aldı; babasının bunun da bir geçici heves olduğuna ve oğlunun bir süre sonra doğru yola döneceğine inanmasına rağmen!

Babasının tüm umutlarına rağmen, çocuk müzik sevdasından vazgeçmedi, çünkü yaşadığı sonu gelmez yalnızlık içinde onu hayata bağlayan tek şey müzik ve gitarıydı. Liseden sonra ilk Heavy Metal grubunu kurdu ve 18 yaşında, sanat ortamından koptuktan 4 yıl sonra, bu kez müzik için sahneye çıktı ve ilk konserini verdi. Hayaline ulaşmaya kararlıydı; Türkiye’de henüz Rock müzik doğru dürüst tanınmamasına rağmen, bir Rock yıldızı olacaktı!

Bu dönemde ona yıllarca cesaret verecek biriyle, daha doğrusu bir grupla tanıştı: W.A.S.P. Grubun kurucusu ve solisti Blackie Lawless (Steven Edward Duren), sokaklardan gelme biriydi ve kendi başarısını yaratmıştı; dahası, o da babasının bütün itirazlarına rağmen müzik yolunda ilerlemekten vazgeçmemişti. Vahşi sahne şovlarıyla ve saldırgan tavırlarıyla dünyaya meydan okuyan Blackie, kısa süre içinde bu çocuğun en önemli kahramanlarından biri haline geldi. Çocuğa bir hayal, bir ideal, bir hedef verdi farkında olmadan. Çocuk bir yandan kendi mücadelesini sürdürürken, bir yandan da onun hayatını yakından takip eder oldu. Odasının tüm duvarları ve tavanı, beton görünmemecesine bu müzisyenlerin posterleriyle, gazete ve dergi kupürleriyle kaplıydı. Çocuk o resimlere bakarak hayaller kuruyor, bir gün onlardan biri olacağına kesinlikle inanıyordu.

Üniversite yıllarında MSÜ Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmeye hak kazanarak bir kez daha ait olduğu yola döndü. Saçlarını sırtının ortalarına kadar uzattı; deri montlar, çizmeler, bileklikler, parmaksız deri eldivenler kuşanmaya başladı ve gümüş takılar vazgeçilmezi oldu. Müzik onun dünyası, tüm evreniydi ve başaracağından şüphesi yoktu. Ergenlik çağında kendisiyle alay edenlere, kim olduğunu gösterecekti!

Akademi eğitimi sürerken, çocuk boş zamanlarının tamamını müzikle uğraşarak geçiriyordu. W.A.S.P. başta olmak üzere, çeşitli Rock ve Heavy Metal gruplarının müziklerini dinliyor, kliplerini izliyor, onları inceleyerek gitar tekniklerini ve müzik bilgisini ilerletiyordu. Müzik veya gitar dersi alamıyordu, çünkü kendi harçlıkları bunun için yeterli değildi ve babasının böyle bir şeye para harcamaya niyeti olmadığı belliydi.

Önüne gelen her fırsatta müzik piyasasına saldırmasına, çıktığı konserlerde ve dinletilerde yer yerinden oynamasına rağmen, bir süre sonra hayal kırıklıkları birbiri ardına dizilmeye başladı. Verdiği savaşta tek başına olduğunu biliyordu ve grubundan da ayrılıp tek başına çalışmaya başlamıştı. Ama desteği olmadığı gibi, kişisel olarak maddi imkanları sıfırdı ve artık etrafındaki insanlar da ona inanmıyordu; sonunda kız arkadaşı da ona inanmaktan vazgeçince, başarısıyla ilgili kafasında ilk şüpheler uyanmaya başladı.

Ama Blackie, şarkılarıyla, posterleriyle, hayatıyla hâlâ ona cesaret vermeye devam ediyordu. Sonuçta o da bir sürü yenilgiyle karşılaşmamış mıydı? Hedeflerinden vazgeçmemekte direnerek dünyanın en başarılı Heavy gruplarından birini yaratmamış mıydı?

Ne var ki Türkiye farklıydı. Plak şirketleri bu müzik türüne kesinlikle şans vermiyordu. Halkın büyük bölümü Arabesk ve Pop adı altında sunulan kalitesiz müziklere yöneliyordu. Çocuk inancını korumakta zorlanmaya başladığını hissediyordu.
Nihayet üniversite eğitiminden sonra, biraz harçlığını çıkarmak, biraz da bedava kitap okumak adına çevirmenlik yapmaya başladı. Bu süreçte farkında olmadan en büyük ikinci tutkusunu keşfedecekti: Kitaplar.

Müzik alanında mücadelesi sürerken ve öfkesi artarak bütün benliğini sararken, kitaplar sığınağı olmuştu. Dahası, aslında bunu asla hedeflememesine rağmen, yaşamında izleyeceği kariyeri de bulmuştu. Zaman içinde ülkenin en tanınmış ve en üretken kitap çevirmenlerinden biri olacaktı. Üstelik, kitap çevirirken dili giderek gelişiyor, yazar olmayı öğreniyordu.
Ne var ki peş peşe gelen hayal kırıklıkları karşısında inancı korumak zordur. Müzik alanında verdiği mücadelede, çevirmenlikten kazandığı parayla yaptığı albüm de elinde patlayınca ve arkasından yayınlanan iki romanı da benzer sonuçlarla karşılaşınca, çocuk sonunda teslim bayrağını çekti ve sıradan bir hayatla yetinmeye karar verdi.

Yorgundu. Bıkmıştı. Yenilgiyi kabullenmişti. İstediği tek şey, herhangi biri gibi evlenip çoluk çocuğa karışmaktı, çünkü hayatta en çok istediği üçüncü şey, iyi bir baba olmaktı. Ünlü bir Rock yıldızı olamamıştı; istediği gibi iyi bir yazar olamamıştı; ama iyi bir baba olmaya kararlıydı. Karşısına çıkan ilk kızla evlendi ve üç yıl sonra da bir oğlu oldu. Artık ölene dek yaşamı böyle devam edecek gibi görünüyordu. Hayallerine veda etmiş, hayatın gerçeklerini nihayet kabullenmişti. Nihayet… vazgeçmişti.

****

“Kaplanın çizgileri yıkanmakla çıkmaz,” der ünlü Heavy Metal grubu Manowar, en güzel şarkılarından birinde. Kısacası, insan neyse odur. Çeşitli nedenlerle kendini olduğundan farklı bir kalıba sokmaya çalışmak, insanı ruhunu kaybetmeye kadar götürür.

Yedi yıl süren evliliğimin sonlarında benim hissettiğim şey de buydu. Kuruyor, soluyor, büzülüyor, yaşamdan uzaklaşıyordum. Yeniden uyanmaya karar vermek benim için çok zordu, çünkü bir açıdan evliliğimi bitirmek anlamına geliyordu ve küçük bir oğlum vardı. Ama kafamdaki asıl soru şuydu: Ben önce kendim olamazsam, oğluma nasıl istediğim gibi bir baba olacaktım?

Yazgı, bu kararı bir anlamda benim yerime verdi ve beni ensemden tuttuğu gibi ait olduğum yola geri döndürdü. Herkes dharmasını izlemek zorundadır; izlemezse, asla kendini bulamaz ve asla tatmin edici bir yaşam süremez. Yapmak zorunda kalacağım bütün fedakarlıklara rağmen, yaşam yoluma dönmeye karar vermiş, hayata yeniden dört elle sarılmıştım. İşin ilginç tarafı, ben bunu yapmaya karar verdiğimde, özellikle kariyerim hiç tahmin etmeyeceğim bir şekilde değişmeye başladı.

Zaman içinde, müzikte yakalayamadığım başarıyı neden çevirmenlikte yakaladığımı kendi kendime sormaya başladım ve sonunda cevabını buldum: Müzik alanında öfkem ve hırsım, müziğe olan sevgimin önüne geçmişti. Süreçten zevk alamıyordum; müziğin kendisini unutmuştum. Doğal olarak, bu bütün davranışlarıma ve tutumuma yansıyordu. Çevirmenlikteyse, kitapları seviyordum ve dolayısıyla çalıştığımı hiç hissetmiyordum. Ortada bir mücadele yoktu; sadece yapılan işten alınan zevk vardı. Yıllar sonra gitarımı bir kez daha elime alma cesaretini bulduğumda, müziğe de aynı şekilde yaklaşmaya karar verdim; ünü yakalamak, yıldız olmak, albümler çıkarıp kitleleri peşimden sürüklemek umurumda bile değildi. Önemli olan, müzikti.

Çok uzun süre gitarımdan uzak kaldığım için bir daha asla eskisi gibi çalamayacağımı düşünüyordum ve bu içimde büyük bir korku yaratıyordu; çalmayı başaramazsam bir daha gitarımla barışamayacağımdan korkuyordum. Ama hiç de öyle olmadı. İster inanın, ister inanmayın, kısa sürede üzerimdeki pası attıktan sonra eskisinden çok daha iyi çaldığımı fark ettim ve bir kez daha içimdeki yaşam enerjisini hissettim. Hayatım boyunca gitar çalmaktan hiç bu kadar zevk aldığımı, hiç b kadar coşkuya kapıldığımı hatırlamıyordum; öyle ki çalarken sık sık gözlerim buğulanıyor, kendimle tekrar buluşmanın yarattığı mutlulukla yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu. Duygularım hareketlenmeye başladığında, sekiz yıl aradan sonra ilk kez bir şarkı yazıp beste yaptım. Söyleyebileceğim tek şey vardı: Kendi kendimi gömdüğüm mezardan sonunda çıkmıştım!

Türkiye’nin en parlak yayınevlerinden biri olan Yakamoz Yayınları’yla, yeni çıkacak kitabım KompleksSİZ Yaşam için anlaşma yaptım. Dahası, bu kitabı hazırlarken, aslında kendimden uzaklaşırken, aynı zamanda gerçek yaşam prensiplerimi de unuttuğumu fark ettim. Kitap her ne kadar kişisel gelişim tarzında bir çalışma olsa ve insanlara başarı yöntemlerimi anlatsa da, aslında kendi kendime mesajlar veriyor, kendimi uyandırıyordum.

Beş yaşını doldurmak üzere olan oğlumla ilişkim, hiç olmadığı kadar derin ve anlamlı bir seviyeye ulaşmıştı. Küçük bir çocuğun, yetişkin birine aslında yaşamla ve varoluşla ilgili çok şey öğretebileceğini keşfediyordum. Kısacası, hayatım hiç olmadığı kadar derin bir anlam kazanmıştı. Ve bu küçük adam, benden yaklaşan beşinci doğum günü için ne hediye istediğini söylediğinde, aslında bana hediye verdiğinin farkında değildi: Bir gitar istiyordu!

Ama kararımın doğru olup olmadığı konusunda tereddütler yaşarken, hiç beklenmedik bir anda Tanrı’dan ya da Evren’den bir mesaj geldi!

Yeni kitabımın kapak çekimlerini birlikte yapacağımız art-direktör ve grafik tasarımcısı arkadaşım Kamil Temizel’e ertesi gün çekim yapıp yapamayacağımızı sorduğum bir gün, bunun mümkün olmayacağını, çünkü ertesi akşam konsere gidileceğini söyledi. Kimin konseri olduğunu sorduğumda, aldığım cevap önce dalga geçtiğini düşünmeme neden oldu.

O gece Dolmabahçe, İstanbul’daki Küçükçiftlik Parkı’nda Rock tutkunlarının oluşturduğu kalabalık yavaş yavaş içeri girmeye başladığında, böyle bir şansı kesinlikle beklemiyordum, çünkü ne numaralı koltuklar söz konusuydu, ne de sahne önü için bilet almıştık. Ama her nasılsa, o kalabalıkta bir şekilde kendimi sahne önünde buluverdim.

Dünyaca ünlü bir grubun konseri başladığında, seyirci tahmin edileceği gibi son derece coşkuluydu. Muhteşem parçalar ve sert gitar melodileri birbiri ardına dizilirken, konserin yarısını gözlerim yaşlı izliyordum, çünkü bir konser olmasının ötesinde, benim için tam anlamıyla bir kader gecesiydi. Yıllarca müziklerini dinlediğim, yaşam öyküsü nedeniyle bir kahraman olarak gördüğüm ve özellikle müzik kariyerimin başlarında kendime örnek aldığım ve o gece ilk kez canlı olarak izlediğim Blackie Lawless, benden on metre ötede gitarını konuşturuyor ve şarkılarını haykırıyordu!

“Görüyorsun ya, ben hayal değilim, gerçeğim!” der gibiydi. Sanki o kalabalığın arasında sadece benimle konuşuyormuş gibi hissediyordum. Dahası, izleyicilerin arasında olmama rağmen, aslında sahnede Blackie’yle birlikte şarkı söylüyordum.
Konser bittiğinde kimseye belli etmeden dudaklarımda Blackie Lawless’a fısıldadığım bir teşekkürle oradan ayrılırken, iki şeyi anladım: Birincisi, Blackie’yle aramızda tuhaf bir ruhsal bağ vardı. Kim bilir, belki bir gün bu yaşamda şahsen tanışırız ya da bu dünyaya veda ettiğimizde cennette birlikte gitar çalıp şarkı söyleriz.

İkincisi, o geceden sonra sık sık zihnimde tekrarlanan bir cümle belirmişti: Sen kendini unutsan da, Tanrı seni asla unutmaz!
Ve o gece Evren üzerime eğilmiş, “Nereye ait olduğunu hatırladın mı? Endişeleri bir kenara at; sen doğru kararı verdin ve artık zaman geldi,” diyordu sanki. Yaşadığım olaya inanamıyordum. W.A.S.P.’ın konseri bir yana, bir gün öncesine kadar Türkiye’ye geldiklerinden bile haberim yoktu. Ben dharmamı izlemeye karar verdiğimde, gerçek kimliğimi ve yaşam yolumu kabullendiğimde, Evren beklenmedik bir anda, kişisel olarak algılayacağım bir mesajı pat diye önüme koyuvermişti. Bu, kendimle barışmış, Yaradan’ın bana biçtiği kimliği kabullenmiş olmamın ödülüydü!

Yola çıktığımda, intikam hırsıyla, öfkeyle, sadece ün, para ve görkem peşinde koşuyordum. Oysa anladım ki bu yolculuk boyunca aldığım ruhsal ve kişisel dersler, çok daha önemli ve değerliymiş.

Birkaç gün önce, bana hayatımda “ben” yerine önce “sen” demeyi öğreten ilk insan olan beş yaşındaki küçük oğlum, akşam yemeğinde aniden durup yüzüme baktı ve şöyle dedi: “Sen çok iyi bir babasın, biliyor musun?”

İtiraf etmeliyim ki hayatta birçoklarının gurur duyacağı çok şey yaptım; gurur duymayacağım çok şey de yaptım. Belki başardığım bazı şeyler, birçok kişi için yeterli de olabilirdi; özellikle kariyer anlamında. Ama o anda oğlumun gözlerindeki bakışları gördüğümde ve o sözleri duyduğumda, aslında ilk kez gerçekten gurur duyulacak bir şey yakaladığımı anladım.
Oğlumdan öğrendiğim dersle insanları kendimden öne koymaya başladığımda, hayatımın her alanında inanılmaz gelişmeler görmeye başladım. Etrafım, daha önce hiç olmadığı kadar çok sayıda ve sağlam dostlarla sarıldı; kariyerimde hayal bile edemeyeceğim şeyler olmaya başladı; dahası, laf aramızda, aslında nasıl bir elmas madeninin üzerinde oturduğumu gördüm; son olarak, yıllarca hayalini kurduğum türden bir hanım hayatıma girdi.

Artık ünlü olmak, yıldız olmak, para, görkem, kariyerde başarı, hiçbiri umurumda değil. Bunlar gelebilir de, gelmeyebilir de; elimdekiler kalabilir de, kaybolabilir de; sonuçta hepsi gelip geçici ve hepsi detay. Önemli olan, etrafınızı saran insanların niteliği ve sizin hayatınızda yarattıkları değerler. Saydığımız şeylerin hepsine sahip olsanız bile, bunları paylaşacağınız, tadını birlikte çıkaracağınız insanlardan yoksunsanız, hayatınızın tek bir anlamı olur: Koca bir sıfır!

Kendimle savaşmaktan vazgeçtiğimde, egomu bir kenara atıp önce insanlara odaklanabildiğimde, aslında istediğim her şeye sahip olduğumu fark ettim. Bu noktada söyleyebileceğim artık tek bir söz var: Hayatım boyunca yalnızlıktan şikayet etmiştim; o geceden sonra anladım ki aslında hiç yalnız kalmamışım…

Tanrı hep orada, yanımdaymış!...

No comments:

Post a Comment

Real Time Analytics Real Time Web Analytics