(will be added in English)
Hayatı 3 yaşından beri sanatın çeşitli dallarıyla geçmiş, 8
yaşındayken kendini TRT’de seslendirmen ve radyo sanatçısı olarak
mikrofon karşısında bulmuş, 11 yaşında İstanbul Şehir Tiyatroları’nda
sahne tozunu yutmaya başlamış bir çocuk, babasının “geleceğini
düşünerek” yaptığı bir hata sonucu kendini alakasız bir şekilde bir
ticaret lisesinde bulunca, sudan çıkmış balığa dönmüştü.
Daha
küçük yaşlarından itibaren ünün tadını almaya başlamış, o yaşa kadar
tüm hayatı boyunca sanatla nefes alıp vermiş bu çocuk, bir anda ait
olduğu ortamdan koparılıp alınmıştı ve yaşıtlarıyla yaşadığı sosyal
uyumsuzluk yüzünden giderek içine kapanmaya, denklerinin arasında itilip
kakılmaya, dışlanmaya başlamıştı.
Günün birinde, radyoda
dinlediği bir şarkıyla kendini kanıtlamak için bir yol bulmuştu: Bir
Rock yıldızı olacaktı. Böylece, sağdan soldan bulduğu bir klasik
gitarla, müziği öğrenmeye başladı. Hayatında ilk kez harçlıklarından
para biriktirerek ilk elektrik gitarını satın aldı; babasının bunun da
bir geçici heves olduğuna ve oğlunun bir süre sonra doğru yola
döneceğine inanmasına rağmen!
Babasının tüm umutlarına
rağmen, çocuk müzik sevdasından vazgeçmedi, çünkü yaşadığı sonu gelmez
yalnızlık içinde onu hayata bağlayan tek şey müzik ve gitarıydı. Liseden
sonra ilk Heavy Metal grubunu kurdu ve 18 yaşında, sanat ortamından
koptuktan 4 yıl sonra, bu kez müzik için sahneye çıktı ve ilk konserini
verdi. Hayaline ulaşmaya kararlıydı; Türkiye’de henüz Rock müzik doğru
dürüst tanınmamasına rağmen, bir Rock yıldızı olacaktı!
Bu
dönemde ona yıllarca cesaret verecek biriyle, daha doğrusu bir grupla
tanıştı: W.A.S.P. Grubun kurucusu ve solisti Blackie Lawless (Steven
Edward Duren), sokaklardan gelme biriydi ve kendi başarısını yaratmıştı;
dahası, o da babasının bütün itirazlarına rağmen müzik yolunda
ilerlemekten vazgeçmemişti. Vahşi sahne şovlarıyla ve saldırgan
tavırlarıyla dünyaya meydan okuyan Blackie, kısa süre içinde bu çocuğun
en önemli kahramanlarından biri haline geldi. Çocuğa bir hayal, bir
ideal, bir hedef verdi farkında olmadan. Çocuk bir yandan kendi
mücadelesini sürdürürken, bir yandan da onun hayatını yakından takip
eder oldu. Odasının tüm duvarları ve tavanı, beton görünmemecesine bu
müzisyenlerin posterleriyle, gazete ve dergi kupürleriyle kaplıydı.
Çocuk o resimlere bakarak hayaller kuruyor, bir gün onlardan biri
olacağına kesinlikle inanıyordu.
Üniversite yıllarında MSÜ
Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmeye hak kazanarak bir kez daha ait
olduğu yola döndü. Saçlarını sırtının ortalarına kadar uzattı; deri
montlar, çizmeler, bileklikler, parmaksız deri eldivenler kuşanmaya
başladı ve gümüş takılar vazgeçilmezi oldu. Müzik onun dünyası, tüm
evreniydi ve başaracağından şüphesi yoktu. Ergenlik çağında kendisiyle
alay edenlere, kim olduğunu gösterecekti!
Akademi eğitimi
sürerken, çocuk boş zamanlarının tamamını müzikle uğraşarak geçiriyordu.
W.A.S.P. başta olmak üzere, çeşitli Rock ve Heavy Metal gruplarının
müziklerini dinliyor, kliplerini izliyor, onları inceleyerek gitar
tekniklerini ve müzik bilgisini ilerletiyordu. Müzik veya gitar dersi
alamıyordu, çünkü kendi harçlıkları bunun için yeterli değildi ve
babasının böyle bir şeye para harcamaya niyeti olmadığı belliydi.
Önüne
gelen her fırsatta müzik piyasasına saldırmasına, çıktığı konserlerde
ve dinletilerde yer yerinden oynamasına rağmen, bir süre sonra hayal
kırıklıkları birbiri ardına dizilmeye başladı. Verdiği savaşta tek
başına olduğunu biliyordu ve grubundan da ayrılıp tek başına çalışmaya
başlamıştı. Ama desteği olmadığı gibi, kişisel olarak maddi imkanları
sıfırdı ve artık etrafındaki insanlar da ona inanmıyordu; sonunda kız
arkadaşı da ona inanmaktan vazgeçince, başarısıyla ilgili kafasında ilk
şüpheler uyanmaya başladı.
Ama Blackie, şarkılarıyla,
posterleriyle, hayatıyla hâlâ ona cesaret vermeye devam ediyordu.
Sonuçta o da bir sürü yenilgiyle karşılaşmamış mıydı? Hedeflerinden
vazgeçmemekte direnerek dünyanın en başarılı Heavy gruplarından birini
yaratmamış mıydı?
Ne var ki Türkiye farklıydı. Plak
şirketleri bu müzik türüne kesinlikle şans vermiyordu. Halkın büyük
bölümü Arabesk ve Pop adı altında sunulan kalitesiz müziklere
yöneliyordu. Çocuk inancını korumakta zorlanmaya başladığını
hissediyordu.
Nihayet üniversite eğitiminden sonra, biraz
harçlığını çıkarmak, biraz da bedava kitap okumak adına çevirmenlik
yapmaya başladı. Bu süreçte farkında olmadan en büyük ikinci tutkusunu
keşfedecekti: Kitaplar.
Müzik alanında mücadelesi sürerken
ve öfkesi artarak bütün benliğini sararken, kitaplar sığınağı olmuştu.
Dahası, aslında bunu asla hedeflememesine rağmen, yaşamında izleyeceği
kariyeri de bulmuştu. Zaman içinde ülkenin en tanınmış ve en üretken
kitap çevirmenlerinden biri olacaktı. Üstelik, kitap çevirirken dili
giderek gelişiyor, yazar olmayı öğreniyordu.
Ne var ki peş peşe
gelen hayal kırıklıkları karşısında inancı korumak zordur. Müzik
alanında verdiği mücadelede, çevirmenlikten kazandığı parayla yaptığı
albüm de elinde patlayınca ve arkasından yayınlanan iki romanı da benzer
sonuçlarla karşılaşınca, çocuk sonunda teslim bayrağını çekti ve
sıradan bir hayatla yetinmeye karar verdi.
Yorgundu.
Bıkmıştı. Yenilgiyi kabullenmişti. İstediği tek şey, herhangi biri gibi
evlenip çoluk çocuğa karışmaktı, çünkü hayatta en çok istediği üçüncü
şey, iyi bir baba olmaktı. Ünlü bir Rock yıldızı olamamıştı; istediği
gibi iyi bir yazar olamamıştı; ama iyi bir baba olmaya kararlıydı.
Karşısına çıkan ilk kızla evlendi ve üç yıl sonra da bir oğlu oldu.
Artık ölene dek yaşamı böyle devam edecek gibi görünüyordu. Hayallerine
veda etmiş, hayatın gerçeklerini nihayet kabullenmişti. Nihayet…
vazgeçmişti.
****
“Kaplanın çizgileri
yıkanmakla çıkmaz,” der ünlü Heavy Metal grubu Manowar, en güzel
şarkılarından birinde. Kısacası, insan neyse odur. Çeşitli nedenlerle
kendini olduğundan farklı bir kalıba sokmaya çalışmak, insanı ruhunu
kaybetmeye kadar götürür.
Yedi yıl süren evliliğimin
sonlarında benim hissettiğim şey de buydu. Kuruyor, soluyor, büzülüyor,
yaşamdan uzaklaşıyordum. Yeniden uyanmaya karar vermek benim için çok
zordu, çünkü bir açıdan evliliğimi bitirmek anlamına geliyordu ve küçük
bir oğlum vardı. Ama kafamdaki asıl soru şuydu: Ben önce kendim
olamazsam, oğluma nasıl istediğim gibi bir baba olacaktım?
Yazgı, bu kararı bir anlamda benim yerime verdi ve beni ensemden tuttuğu gibi ait olduğum yola geri döndürdü. Herkes dharmasını
izlemek zorundadır; izlemezse, asla kendini bulamaz ve asla tatmin
edici bir yaşam süremez. Yapmak zorunda kalacağım bütün fedakarlıklara
rağmen, yaşam yoluma dönmeye karar vermiş, hayata yeniden dört elle
sarılmıştım. İşin ilginç tarafı, ben bunu yapmaya karar verdiğimde,
özellikle kariyerim hiç tahmin etmeyeceğim bir şekilde değişmeye
başladı.
Zaman içinde, müzikte yakalayamadığım başarıyı
neden çevirmenlikte yakaladığımı kendi kendime sormaya başladım ve
sonunda cevabını buldum: Müzik alanında öfkem ve hırsım, müziğe olan
sevgimin önüne geçmişti. Süreçten zevk alamıyordum; müziğin kendisini
unutmuştum. Doğal olarak, bu bütün davranışlarıma ve tutumuma
yansıyordu. Çevirmenlikteyse, kitapları seviyordum ve dolayısıyla
çalıştığımı hiç hissetmiyordum. Ortada bir mücadele yoktu; sadece
yapılan işten alınan zevk vardı. Yıllar sonra gitarımı bir kez daha
elime alma cesaretini bulduğumda, müziğe de aynı şekilde yaklaşmaya
karar verdim; ünü yakalamak, yıldız olmak, albümler çıkarıp kitleleri
peşimden sürüklemek umurumda bile değildi. Önemli olan, müzikti.
Çok
uzun süre gitarımdan uzak kaldığım için bir daha asla eskisi gibi
çalamayacağımı düşünüyordum ve bu içimde büyük bir korku yaratıyordu;
çalmayı başaramazsam bir daha gitarımla barışamayacağımdan korkuyordum.
Ama hiç de öyle olmadı. İster inanın, ister inanmayın, kısa sürede
üzerimdeki pası attıktan sonra eskisinden çok daha iyi çaldığımı fark
ettim ve bir kez daha içimdeki yaşam enerjisini hissettim. Hayatım
boyunca gitar çalmaktan hiç bu kadar zevk aldığımı, hiç b kadar coşkuya
kapıldığımı hatırlamıyordum; öyle ki çalarken sık sık gözlerim
buğulanıyor, kendimle tekrar buluşmanın yarattığı mutlulukla
yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu. Duygularım hareketlenmeye
başladığında, sekiz yıl aradan sonra ilk kez bir şarkı yazıp beste
yaptım. Söyleyebileceğim tek şey vardı: Kendi kendimi gömdüğüm mezardan
sonunda çıkmıştım!
Türkiye’nin en parlak yayınevlerinden
biri olan Yakamoz Yayınları’yla, yeni çıkacak kitabım KompleksSİZ Yaşam
için anlaşma yaptım. Dahası, bu kitabı hazırlarken, aslında kendimden
uzaklaşırken, aynı zamanda gerçek yaşam prensiplerimi de unuttuğumu fark
ettim. Kitap her ne kadar kişisel gelişim tarzında bir çalışma olsa ve
insanlara başarı yöntemlerimi anlatsa da, aslında kendi kendime mesajlar
veriyor, kendimi uyandırıyordum.
Beş yaşını doldurmak
üzere olan oğlumla ilişkim, hiç olmadığı kadar derin ve anlamlı bir
seviyeye ulaşmıştı. Küçük bir çocuğun, yetişkin birine aslında yaşamla
ve varoluşla ilgili çok şey öğretebileceğini keşfediyordum. Kısacası,
hayatım hiç olmadığı kadar derin bir anlam kazanmıştı. Ve bu küçük adam,
benden yaklaşan beşinci doğum günü için ne hediye istediğini
söylediğinde, aslında bana hediye verdiğinin farkında değildi: Bir gitar
istiyordu!
Ama kararımın doğru olup olmadığı konusunda
tereddütler yaşarken, hiç beklenmedik bir anda Tanrı’dan ya da Evren’den
bir mesaj geldi!
Yeni kitabımın kapak çekimlerini
birlikte yapacağımız art-direktör ve grafik tasarımcısı arkadaşım Kamil
Temizel’e ertesi gün çekim yapıp yapamayacağımızı sorduğum bir gün,
bunun mümkün olmayacağını, çünkü ertesi akşam konsere gidileceğini
söyledi. Kimin konseri olduğunu sorduğumda, aldığım cevap önce dalga
geçtiğini düşünmeme neden oldu.
O gece Dolmabahçe,
İstanbul’daki Küçükçiftlik Parkı’nda Rock tutkunlarının oluşturduğu
kalabalık yavaş yavaş içeri girmeye başladığında, böyle bir şansı
kesinlikle beklemiyordum, çünkü ne numaralı koltuklar söz konusuydu, ne
de sahne önü için bilet almıştık. Ama her nasılsa, o kalabalıkta bir
şekilde kendimi sahne önünde buluverdim.
Dünyaca ünlü bir
grubun konseri başladığında, seyirci tahmin edileceği gibi son derece
coşkuluydu. Muhteşem parçalar ve sert gitar melodileri birbiri ardına
dizilirken, konserin yarısını gözlerim yaşlı izliyordum, çünkü bir
konser olmasının ötesinde, benim için tam anlamıyla bir kader gecesiydi.
Yıllarca müziklerini dinlediğim, yaşam öyküsü nedeniyle bir kahraman
olarak gördüğüm ve özellikle müzik kariyerimin başlarında kendime örnek
aldığım ve o gece ilk kez canlı olarak izlediğim Blackie Lawless, benden
on metre ötede gitarını konuşturuyor ve şarkılarını haykırıyordu!
“Görüyorsun
ya, ben hayal değilim, gerçeğim!” der gibiydi. Sanki o kalabalığın
arasında sadece benimle konuşuyormuş gibi hissediyordum. Dahası,
izleyicilerin arasında olmama rağmen, aslında sahnede Blackie’yle
birlikte şarkı söylüyordum.
Konser bittiğinde kimseye belli
etmeden dudaklarımda Blackie Lawless’a fısıldadığım bir teşekkürle
oradan ayrılırken, iki şeyi anladım: Birincisi, Blackie’yle aramızda
tuhaf bir ruhsal bağ vardı. Kim bilir, belki bir gün bu yaşamda şahsen
tanışırız ya da bu dünyaya veda ettiğimizde cennette birlikte gitar
çalıp şarkı söyleriz.
İkincisi, o geceden sonra sık sık zihnimde tekrarlanan bir cümle belirmişti: Sen kendini unutsan da, Tanrı seni asla unutmaz!
Ve
o gece Evren üzerime eğilmiş, “Nereye ait olduğunu hatırladın mı?
Endişeleri bir kenara at; sen doğru kararı verdin ve artık zaman geldi,”
diyordu sanki. Yaşadığım olaya inanamıyordum. W.A.S.P.’ın konseri bir
yana, bir gün öncesine kadar Türkiye’ye geldiklerinden bile haberim
yoktu. Ben dharmamı izlemeye karar verdiğimde, gerçek kimliğimi
ve yaşam yolumu kabullendiğimde, Evren beklenmedik bir anda, kişisel
olarak algılayacağım bir mesajı pat diye önüme koyuvermişti. Bu,
kendimle barışmış, Yaradan’ın bana biçtiği kimliği kabullenmiş olmamın
ödülüydü!
Yola çıktığımda, intikam hırsıyla, öfkeyle,
sadece ün, para ve görkem peşinde koşuyordum. Oysa anladım ki bu
yolculuk boyunca aldığım ruhsal ve kişisel dersler, çok daha önemli ve
değerliymiş.
Birkaç gün önce, bana hayatımda “ben” yerine
önce “sen” demeyi öğreten ilk insan olan beş yaşındaki küçük oğlum,
akşam yemeğinde aniden durup yüzüme baktı ve şöyle dedi: “Sen çok iyi
bir babasın, biliyor musun?”
İtiraf etmeliyim ki hayatta
birçoklarının gurur duyacağı çok şey yaptım; gurur duymayacağım çok şey
de yaptım. Belki başardığım bazı şeyler, birçok kişi için yeterli de
olabilirdi; özellikle kariyer anlamında. Ama o anda oğlumun gözlerindeki
bakışları gördüğümde ve o sözleri duyduğumda, aslında ilk kez gerçekten
gurur duyulacak bir şey yakaladığımı anladım.
Oğlumdan öğrendiğim
dersle insanları kendimden öne koymaya başladığımda, hayatımın her
alanında inanılmaz gelişmeler görmeye başladım. Etrafım, daha önce hiç
olmadığı kadar çok sayıda ve sağlam dostlarla sarıldı; kariyerimde hayal
bile edemeyeceğim şeyler olmaya başladı; dahası, laf aramızda, aslında
nasıl bir elmas madeninin üzerinde oturduğumu gördüm; son olarak,
yıllarca hayalini kurduğum türden bir hanım hayatıma girdi.
Artık
ünlü olmak, yıldız olmak, para, görkem, kariyerde başarı, hiçbiri
umurumda değil. Bunlar gelebilir de, gelmeyebilir de; elimdekiler
kalabilir de, kaybolabilir de; sonuçta hepsi gelip geçici ve hepsi
detay. Önemli olan, etrafınızı saran insanların niteliği ve sizin
hayatınızda yarattıkları değerler. Saydığımız şeylerin hepsine sahip
olsanız bile, bunları paylaşacağınız, tadını birlikte çıkaracağınız
insanlardan yoksunsanız, hayatınızın tek bir anlamı olur: Koca bir
sıfır!
Kendimle savaşmaktan vazgeçtiğimde, egomu bir
kenara atıp önce insanlara odaklanabildiğimde, aslında istediğim her
şeye sahip olduğumu fark ettim. Bu noktada söyleyebileceğim artık tek
bir söz var: Hayatım boyunca yalnızlıktan şikayet etmiştim; o geceden
sonra anladım ki aslında hiç yalnız kalmamışım…
Tanrı hep orada, yanımdaymış!...
No comments:
Post a Comment