(will be added in English)
Üniversite yıllarımda yoğun bir arayış içindeydim. Bize öğretilen
İslam doktrini ile ruhen, psikolojik ve zihinsel olarak
kabullenebileceğim İslam felsefesi arasında korkunç fark vardı ve
Tanrı'dan korkmak yerine O'na aşkla, huşuyla bağlanmak ihtiyacında olan
ben, sonunda "Eğer etrafımdaki bu insanlar Müslüman ise, demek ki ben
değilim," demeye başlamıştım.
Daha üç yaşımdayken, anneme
bir soru sorardım ve cevabını alamadığım için çok sinirlenirdim:
"Anne, bizi Allah baba yarattı, değil mi?" "Evet." "Bizim her şey için
O'na ihtiyacımız var, değil mi?" "Evet." "Ama O'nun bize ihtiyacı yok,
değil mi?" "Evet." Şimdi, çocuk mantığımla düşünüyorum: Yahu, Tanrı ya
da insan, fark etmez, bir varlık ya da güç ihtiyaç duymadığı, hatta
belki kendisine ayak bağı olacak bir şeyi neden yaratır ki? "E anne,
Allah baba bizi neden yarattı o zaman?" Tabii ki cevap yok, çünkü o da
bilmiyor.
Daha üç yaşımdayken varoluşun, yaratılışın
kaynağını sorgulayan ben, bu soruların cevaplarını çok uzun yıllar
sonra, spiritualizm ile tanıştığımda okuduğum kitaplardan aldım. Çünkü
hayatım boyunca Tanrı ile ilgili karşılaştığım en mantıklı açıklama
şuydu (yanlış hatırlamıyorsam Ramtha serisinde okumuştum): "Tanrı bir
zamanlar öz enerji olarak sadece 'olmak' idi. Kendini
deneyimleyemiyordu. Bunun için kendini sayısız parçalara ayırdı ve tüm
bu zerrelerden galaksiler, sistemler, yıldızlar, gezegenler,
gezegenlerin üzerindeki canlılar ve dolayısıyla insanlar oluşarak
fiziksel bir boyut kazandı. Ama bu zerreler fiziksel boyuta inmek için
titreşimlerini düşürmek zorunda kaldıklarından, zaman içinde gerçek
kimliklerini unuttular ve O'na ulaşmak için sürekli tekrarlanan bir
döngü içine girdiler." Ve Kuran'da da şöyle der: "Allah'tan geldik,
Allah'a döneceğiz."
Kendim çevirdiğim ve Kozmik
Kitaplar'dan yayınladığım "Evrenin Sevgi Bilinci" adlı kitapta ise çok
daha basit, çok daha yalın ama çok daha etkileyici başka bir tanım
vardı: "Sevgi, bir duygu değildir. Duygu olarak tanımladığımız öfke,
nefret, aşk, istek gibi kavramların hepsi, sevginin farklı
ifadeleridir. Sevginin kendisi Tanrı'dır."
İşte Tanrı bu
kadar güzel tanımlanabilirdi. Dinlerin inançları ve Tanrı'ya ulaşma
yolunu çarpıttığı böyle bir dünyada bunca insanın sevgisizlik sorunuyla
karşılaşmasına şaşmamak gerek. Çünkü bugün özellikle Arap
yarımadasındaki terörist gruplar sayesinde, Tanrı'yı bizi cezalandırmak
için fırsat kollayan, inanç için doğru yolu izlemediğimiz takdirde (bu
doğru yol anlayışının her dinden insanlar için farklı olması ve bunun
başlı başına bir kargaşa yaratması önemli değil tabii) bizi Cehennem'e
atmaya hazır bekleyen, sevap işledikçe bizi seven ve günah işledikçe
bizden nefret eden (buna koşullu sevgi denir ve her şeyi bağışlayan
Tanrı kavramına daha en başından terstir), her şeyin üzerinde yükselmiş
bir "polis şefi" olarak tanıdık. Diğer yandan, Hıristiyan ve Musevi
din adamları özellikle Müslümanları, Müslüman din adamları da onları
cehennemlik sayarken, görünüşe bakılırsa Cennet bir hayli boş kalıyor,
çünkü dünya nüfusunun dörtte üçünden fazlası bu dinlere mensup.
Arthur
C. Clark'ın Rama serisinde çok doğru, yerinde ve ilginç bir soruyla
karşılaşmıştım. Romanın astronot kahramanı Rama ile sürüklenerek
kendini başka bir gezegende bulduğunda ve yine başka galaksilerden
birinden toplanan akıllı canlı türlerinden biriyle karşılaştığında,
sormak istediği ilk sorulardan biri şuydu: "Sizin din ve Tanrı
kavramınız ne?"
Bizim gezegenimizde ise din adamlarının
çoğu, sağ olsunlar, inançla ilgili en çok kargaşayı da onlar
yaratıyorlar, bize şunu söylüyorlar: "Dünya'dan başka gezegende hayat
yok; varsa da Kuran'da, İncil'de, Tevrat'ta geçmiyor." Onlara göre,
Allah "binlerce alemin efendisiyim" derken, sadece bu gezegendeki
alemleri kastetmiş; ruhlar alemi, böcekler alemi, hayvanlar alemi,
insanlar alemi vs. Alem kelimesinin dünya anlamına gelmesinin ve
genellikle ikinci kelimenin de başlı başına bir gezegeni ifade etmesinin
yine bir önemi yok. O zaman geriye şöyle bir yargı kalıyor: Tanrı
malzemelerini korkunç derecede israf eden bir tasarımcıymış, çünkü daha
kendi güneş sistemimizin ucuna gidemezken bu kadar sayısız galaksi ve
sistem yaratması çok saçma (tabii bu adamlar, gezegenlerin de kendi
ruhsal benliği olabileceğini düşünmüyorlar).
Bundan birkaç
yıl önce 2012 ve Nibiru gezegeninin dönüşüyle ilgili televizyonda
katıldığım bir tartışma programında (ismi lazım değil), karşımıza bilim
adamı diye oturtulan bazı yobazlara ciddi şekilde sinirlenmiştim. Bu
adamlar (özellikle ismini hatırlayamadığım bir tanesi) sadece dünyada
insan yaşamının (ve daha birçok canlı türünün), daha yüksek teknolojiye
ve uygarlık seviyesine erişmiş başka gezegenlerden gelmiş zeki
varlıklar tarafından başlatılmış olabileceği olasılığını asla
kavrayamadıkları gibi, başka gezegenlerde yaşam olamayacağını da iddia
ediyorlardı. Yine diğer bir iddialarına göre, dünya gezegeni ya da
diğer adıyla Lady Gaia, cansızdı!
Bu adamlara ilk sorum
şu oldu: "Şimdi, metafiziği ve spiritüalizmi bir kenara atalım ve
sadece bilimsel yaklaşalım. Sizler bilim adamı olduğunuzu iddia
ediyorsunuz. O halde şu sorularıma cevap verin: 1. Dünya organik midir,
inorganik midir?" Tabii ki cevap "inorganik." "2. Taş organik midir,
inorganik midir?" "İnorganik." "3. Toprak organik midir, inorganik
midir?" "İnorganik." (İlginç bir yorum.) "4. Bitkiler organik midir,
inorganik midir?" Cevap yok, çünkü nereye vardığımı anladılar. "5.
İnorganik topraktan organik bitkilerin nasıl türediğini açıklayınız.
Açıklayamıyorsanız, lütfen daha fazla saçmalamayınız."
Hemen
ardından gelen ikinci sözel manevramda şunu vurguladım: "Bilim daima
beş duyusuyla algılayabildiği, kanıtlayabildiği şeyleri kabul eder ve
bunların ötesinde kalanların bir önemi yoktur. Bilim, 50'li yıllara
kadar kızıl ötesi ışınları göremiyordu ve yeterli teknoloji seviyesine
ulaşıldığında görebilmeye başladı. O zaman, evet, kızılötesi ışınlar
var dedi. Jules Verne, Denizler Altında 20,000 Fersah'ı yazdığı zaman
bilim adamları ona deli dedi. Ama teknoloji seviyesi yeterli olduğunda,
denizaltılar hayatımızın bir gerçeğiydi. Kıssadan hisse, sayın
uzmanlar: Bizler sanatçıyız, bizim işimiz hayal gücü, felsefe ve size
göre 'manyakça' sorulardır. Ama biz sorularla yolu açarız ve siz bilim
adamları, yavaş ilerleyen anlayışınızla bize yetişmeye uğraşırsınız.
Dolayısıyla, bazı gerçekleri sizden asırlar önce söylemiş olan
sanatçılar ve düşünürler 'geri zekalı çılgınlar' olurken, zaman içinde,
aslında sizden ne kadar ileride olduğumuzu anlarsınız ama bunu kabul
etmek pek işinize gelmez."
Ve üçüncü manevra: (İşte
burası çok keyifliydi.) "İnsanoğlu, 20. yüzyılın başlarında uçmayı
başardı ve yüzyılın ikinci yarısında, neredeyse yarım asır sonra, Ay'a
gitti. Bugün, yani ilk resmi uçuştan yaklaşık yüz yıl sonra, Mars'a ve
başka gezegenlere araç gönderebiliyoruz. Genetik bilimi sayesinde koyun
klonlayabiliyoruz; insan klonlamış olduğumuza da bahse girerim.
Üstelik, bilinen kayıtlı tarihimiz sadece 6,000 yıl. Şimdi bir uygarlık
düşünün. Bizim kayıtlı tarihimiz gibi, hiç kesintiye, küresel çapta
doğal felaketlere uğramamış, birbirini nükleer füzelerle kızartmamış
olsun; böyle bir uygarlık sizce 20,000 yıl gibi bir sürede nasıl bir
seviyeye gelebilir? İnsanoğlu olarak bizim 20,000 yıl sonra ne seviyede
olabileceğimizi hayal etmeye çalışın; bilim adamları olarak hayal
gücünü kullanmak sizin için zor, biliyorum ama yine de elinizden geleni
yapın. Şimdi sorum şu: Böylesine gelişmiş bir uygarlık için başka bir
gezegene gidip orada genetik olarak bir yaşam başlatmak çok zor mudur?
Biz 20,000 yıl sonra böyle bir şey yapamaz mıyız? Böyle bir senaryonun
gezegenimiz üzerinde gerçekleştiğine inanmak bu kadar mı zor?"
Sessizlik. Homurdanmalar ama somut bir cevap yok. "Evet, zor," diye
devam ettim, "çünkü insan egonuz bunu kabullenmenizi zorlaştırıyor.
Evrendeki en gelişmiş canlı olduğumuza o kadar inanmışsınız ki dünya
dışı bir uygarlığın gerçek kaynağımız olabileceğini
kabullenemiyorsunuz."
Bu bilim adamlarından biri, işte bu
noktada stratejik bir hata yaptı ve şöyle dedi: "Nibiru diye bir
gezegenin bize yaklaştığını şimdiye dek öğrenirdik."
"O zaman
biraz daha okuyun," dedim. "Çünkü NASA bundan daha birkaç ay önce,
güneş sisteminde daha önce keşfedilmeyen bir gezegen daha olabileceğini
açıkladı. Bilmiyorum, yoksa NASA'yı spiritüel kaçıklar mı yönetiyor?"
Neyse,
muhabbet fazla uzadı ama sanırım ne demek istediğimi anladınız. Bu
adamlar konuyu Masonların komplolarına, Evanjelistlerin dünya
hakimiyeti planlarına bağlıyorlar (bu konuda hayal güçleri sıkı
çalışıyor) ve bence kısmen haklı da olabilirler ama gelen şey her
neyse, insanoğlu arasında grup, din veya ırk ayrımı yapacağını hiç
sanmıyorum. İnsanlar "dünyanın sonu" kehanetleriyle ürküyorlar ama
bunun sadece fiziksel boyutta korkutucu olduğunu, hepimiz ölsek bile
sonunda çok daha güzel bir ortamda yeniden doğacağımızı anlamıyorlar.
Şu ayrımı iyi yapmak gerek: Bizler, ruhları da olan fiziksel benlikler
değiliz; bizler, fiziksel bedenlerde dünya yaşamını deneyimleyen ruhsal
benlikleriz ve asla yok olamayız, ölemeyiz.
Bence Thea
Alexander'ın ünlü klasiği M.S.2150'deki gibi bir değişim
gerçekleşecekse, mikro insanın kendisini yok etmesinde bir sakınca yok.
Hey, Dear Mr. President, after you, sir!
No comments:
Post a Comment