"A WINDMILL MEANS MORE THAN JUST POWER, IT MEANS FREEDOM."
William Kamkwamba was born in Malawi, a country where magic ruled and modern science was mystery. It was also a land withered by drought and hunger, and a place where hope and opportunity were hard fo find. But William had read about windmills in a book called Using Energy, and he dreamed of building one that would bring electricity and water to his village and change his life and the lives of those around him. His neighbors may have mocked him and called him misala - crazy - but William was determined to show them what a little grit and ingenuity could do.
Enchanted by the workings of electricity as a boy, William had a goal to study science in Malawi's top boarding schools. But in 2002, his country was stricken with a famine that left his family's farm devastated and his parenst destitute. Unable to pay the eighty-dollar-a-year tuition for his education, William was forced to drop out and help his family forage for food as thousands across the country starved and died.
Yet William refused to let go of his dreams. With nothing more than a fistful of cornmeal in his stomach, a small pile of once-forgotten science textbooks, and an armory of curiosity and determination, he embarked on a daring plan to bring his family a set of luxuries that only two percent of Malawians could afford and what the West considers a necessity; electricity and running water. Using scrap metal, tractor parts, and bicycle halves, William forged a crude yet operable windmill, an unlikely contraption and small miracle that eventually powered four lights, complete with homemade switches and a circuit breaker made from nails and wire. A second machine turned a water pump that could battle the drought and famine that loomed with every season.
Soon, news of William's magetsi a mphepo - his "electric wind" - spread beyond the borders of his home, and the boy who was once called crazy became an inspiration to those around the world.
Here is the remarkable story about human inventiveness and its power to overcome crippling adversity. The Boy Who Harnessed the Wind will inspire anyone who doubts the power of one individual's ability to change his community and better the lives of those around him.
Monday, February 27, 2012
Son Çıkan Kitabım: Rüzgarı Dizginleyen Çocuk - William Kamkwamba & Bryan Mealer
BU KİTAPTA BİR BAŞARI HİKÂYESİNDEN ÇOK DAHA FAZLASINI BULACAKSINIZ…
Denersem yapabilirim, düşüncesiyle yola çıktığımda henüz 14 yaşındaydım. Yaşadığımız bölgedeki kıtlık artık dayanılmaz olmuştu ve etrafımdaki insanlar teker teker ölüyordu. Buna bir son vermeli, en azından denemeliydim. Çevremdeki insanların, hatta ailemin bile bana deli gözüyle bakmasını hiç umursamadan sadece amacıma odaklandım. Ve başardım da!
'Rüzgârı Dizginleyen Çocuk' geçim sıkıntısı, kıtlık ve salgın hastalık gibi hayatın zorlu koşullarıyla mücadele ederek bunları geride bırakmayı başaran "dâhi" bir çocuğun olağanüstü hikâyesi…
"Bu kitabı okuyun ve çocuklarınıza okutun. Onlara bırakacağınız en büyük servet mücadele ruhudur."
"Yaşadığı çevrenin umudunu ve huzurunu arttırmak için elindeki kısıtlı imkânları kullanarak yarattığı
mucizelerle William insanlığa büyük bir örnek olmaya aday bir genç."
Al Gore, Nobel Barış Ödüllü ABD eski başkan yardımcısı
"Bu hikâye, oldukça ilham verici ve yürekleri ısıtan bir rüya gibi! William sadece rüzgârı dizginlemekle kalmamış, hayal gücünü ve özgünlüğü de kontrolü altına almış. Yaşadığımız dünyayı en doğru şekilde kullanmamız için ihtiyacımız olan her şeyi gözlerimizin önüne seriyor. Bu insan bence, çağımızın süper kahramanı."
Walter Issacson, Steve Jobs'un yazarı
Denersem yapabilirim, düşüncesiyle yola çıktığımda henüz 14 yaşındaydım. Yaşadığımız bölgedeki kıtlık artık dayanılmaz olmuştu ve etrafımdaki insanlar teker teker ölüyordu. Buna bir son vermeli, en azından denemeliydim. Çevremdeki insanların, hatta ailemin bile bana deli gözüyle bakmasını hiç umursamadan sadece amacıma odaklandım. Ve başardım da!
'Rüzgârı Dizginleyen Çocuk' geçim sıkıntısı, kıtlık ve salgın hastalık gibi hayatın zorlu koşullarıyla mücadele ederek bunları geride bırakmayı başaran "dâhi" bir çocuğun olağanüstü hikâyesi…
"Bu kitabı okuyun ve çocuklarınıza okutun. Onlara bırakacağınız en büyük servet mücadele ruhudur."
"Yaşadığı çevrenin umudunu ve huzurunu arttırmak için elindeki kısıtlı imkânları kullanarak yarattığı
mucizelerle William insanlığa büyük bir örnek olmaya aday bir genç."
Al Gore, Nobel Barış Ödüllü ABD eski başkan yardımcısı
"Bu hikâye, oldukça ilham verici ve yürekleri ısıtan bir rüya gibi! William sadece rüzgârı dizginlemekle kalmamış, hayal gücünü ve özgünlüğü de kontrolü altına almış. Yaşadığımız dünyayı en doğru şekilde kullanmamız için ihtiyacımız olan her şeyi gözlerimizin önüne seriyor. Bu insan bence, çağımızın süper kahramanı."
Walter Issacson, Steve Jobs'un yazarı
Thursday, February 23, 2012
Communicaless in A Communication Age
An English family went to Germany to spend their summertime. During a trip, they stayed in a very nice cottage and wished to spend their next summer vacation in such a place again. They found out that the place belonged to a priest, and signed an agreement for next vacation. When they were back to the UK, the lady remembered they didn’t see any WC around the house, so she wrote a letter to quench her curiosity:
“Dear Sir,
“I’m the lady, who rented your cottage. Could you please write and let me know where the WC is?
“Best regards.”
Upon receiving the letter, priest couldn’t understand what WC meant, and thought they were the initials of the Anglican Church in Germany, “White Chapel.” So he replied with a detailed letter: continue reading...
Wednesday, February 22, 2012
D.Z. (Dünya Zamanıyla) M.Ö. 15000 Bilge Cykratos’un Günlüğü, girdi 51,228
(will be added in English)
Yope boe rufo...
Kashu Obvusi’ma tershimi...
Boe dos Ukhishi’to po to’ma pao...
Rüzgar ve şiir...
Doğanın kendisi...
Ve tek başına kalmış bir Tigerian...
Birkaç gece önce onu bir kez daha rüyamda gördüm. Yüzünü göstermeyen siyah kukuletasının altından yemyeşil parlayan gözlerini uzaklara dikmişti. Ve insan yapılarının göğe meydan okurcasına yükseldiği Atlantis şehrine bakıyordu. Şehrin içinde hem yaşam hem de ruhsuzluğu algıladığına bahse girebilirdim.
Bu şehirde ve ülkenin diğer şehirlerinde yaşayanlar, gerçekte nasıl bir sonun kendilerini beklediğini ve nasıl bir kapana kısıldıklarını bilmiyorlar. İki asır önce Orion sürüngenlerinin ve Alfa Centaurianlar’ın etkisinde kalan Gaia insanları, müthiş bir öfkenin kurbanı oldular. Bütün gezegen alevler, seller, bitmek bilmeyen fırtınalar ve yıkımın içinde kaldı, canlıların yarısından fazlası yok oldu, ekolojik denge diye bir şey kalmadı. Hırs, korku, nefret ve düşmanlık; işte yıkımın formülü buydu.
Şimdiyse geride sadece acı var; ruhları yakıp kavuran bir acı, devası olmayan bir yalnızlık ve bir türlü dinmeyen özlem. İnsanlar öylesine uyuşmuş durumdalar ki acı çektiklerinin bile farkında değiller; yalnız olmadıklarını bilmiyorlar; özlem duydukları ruhsallığı ise tanımlayamıyorlar bile. Hepsi çok uzak bir geçmişte kalmıştı onlara göre.
Çok yakında bir şeyler olacağını, güçlü değişimlerin yaşanacağını biliyorum, hissediyorum. İnsanların kendi adlarına bilmedikleri kaderleri, sanki sadece özel varlıkların okuyabileceği bir dilde havadaki dinginliğe, şehrin üzerinden yükselen dumanlara, her yanda ucu görünmez bir şekilde uzanan çölün kumlarına kazınmış gibi.
Bu gezegen üzerinde iki asır önce olanları hatırlayan acaba kaç kişi kaldı? O müthiş acıları, korkuyu, dehşeti ve yıkımı hatırlamak, çoğunun kaldıramayacağı bir şeydi zaten.
Ama Atlantis sınırları içinde yaşayanlar arasında da başka hatırlayanlar olduğunu tahmin ediyorum ve eğer varsa, tehlikeli oldukları şüphesiz. Eğer varsa, bu tehlike insanların göremeyeceği kadar gizli. Eğer varsa...
Asıl Dünya dedikleri Atlantis, şimdilerde gerçek Atlantis’in bir gölgesi, ruhsuz bir taklidi gibi. Kadim kayıtların anlattığına göre Mu İmparatorluğu’nun sömürgesiyken kendi bağımsızlığını ilan eden ve Lemuryanlardan farklı olarak, ruhsallık yerine daha teknoloji ağırlıklı bir uygarlık sürdüren Atlantis, şimdi kendi teknolojisinin esiri olmuş durumda ve yok oluşa doğru emin adımlarla ilerliyor.
Biz küçük bir grup, Gizem Ormanı’nda tarihin dönemlerinden kalan röliklerle yaşıyoruz ve insanın bir zamanlar nasıl bir uygarlık seviyesine ulaştığına şahadet eden kalıntıları korumaya çalışıyoruz. Ne var ki Atlantisliler bu yıkım yolunda ilerlemeye devam ederse, çok daha büyük bir küresel felaket yaşanacak ve bu seferkinden bizim de kurtulabileceğimizden şüpheliyim.
Neden bilmiyorum, rüyalarımda sık sık görmeye başladığım o semavi varlığın yakında bizimle bağlantı kuracağını hissediyorum.
Tek umudum o… O zümrüt gözlü Göklerin Yüce Kedisi!
Yakında…
Çok yakında...
Cykratos
D.Z. (Dünya Zamanıyla) M.Ö. 15000 Bilge Cykratos’un Günlüğü, girdi 51,218
(will be added in English)
Dün gece garip bir rüya gördüm ve rüyamı Evonne’a anlattım, çünkü aramızdaki en yaşlı kişi olarak Büyük Savaş’ı hatırlayan bir tek o yaşlı tarihçimiz var. Rüyanın anlamını kendim değerlendiremesem de, böylesine karanlık zamanlarda bunun Gökler’den gelen mucizevi bir işaret olduğunu söyledi.
Evonne rüyamın mucizevi bir işaret olduğunu söylese de, korkunç bir ortamdı. Bütün gökyüzünden sonu gelmek bilmez sular dökülüyor, alevli taşlar yağıyor, dağlar sanki kağıttanmış gibi yerlerinden sökülüp uçuşuyordu. 193 yıllık hayatımda bu kadar korktuğumu hiç hatırlamıyorum. Eğer Cehennem’in tanımını yapmam gerekseydi, insanlarıma o rüyamı gösterebilmek isterdim. Dev sıradağların çukurlara dönüştüğünü, o çukurların gökyüzünden dökülen sularla dolarak denizlere dönüştüğünü gördüm. İnsan, hayvan, gök alemli demeden bütün yaratıklar canlarını kurtarabilmek için kaçışırken, ben havada süzülürcesine dolaşarak onları izliyordum. O sırada alevli taşlardan birinin aniden üzerime geldiğini gördüm ve daha ne olduğunu bile anlayamadan içimden geçip gittiğinde, ender yaşadığım bir şekilde aslında rüyada olduğumu anladım ama bu bile korkumu azaltmaya yetmedi. Sadece sesler, gürültüler, çığlıklar bile tüylerimi diken diken etmeye yeterliydi.
Sonra kendimi her nasılsa sağlam kalmış bir dağın zirvesinde, aşağıdaki insanların dünyasına bakarken buldum. Ortalık sakinleşmiş, aradan uzun zaman geçmiş gibiydi. Dağın bir tarafından baktığımda şimdi yaşadığımız güzel ormanımızı, diğer tarafında da sonsuzluk gibi uzanan karanlıklar ülkesi Atlantis’i görüyordum. Ülke topraklarının neredeyse göbeğinde olmamıza rağmen Atlantislilerin hâlâ varlığımızdan haberdar olmadığını bilmek rahatlatıcı doğrusu ama bunun ne kadar süreceğini de bilmiyorum ve halkımız için korkuyorum.
Cehennemin efendisi az önce oradan geçmişçesine her yeri kaplamış kükürt kokuları, duman ve toz bulutları arasında ne yapacağımı veya neden orada olduğumu bilemez bir halde izlerken, uzun siyah pelerinli, başı pelerinin kukuletasıyla örtülmüş, oldukça iriyarı birinin bana doğru yaklaştığını gördüm. Belinden sarkan kılıcı görünce önce korktum ama sonra kılıcı tanıdım ve bu kez de içim korkuyla karışık bir huşuyla doldu. Kendisini daha önce hiç görmemiştim ama kılıcını hâlâ antik hazineler odamızda saklıyoruz; bu, Evonne’un sözünü ettiği Kurtarıcı’ydı. Göklerin Yüce Kedisi! Güç Timsali! Al-Khadiri!
Önce benimle birlikte aşağı bakındı ve sonra konuştuğunu duydum ama kulaklarımla sesini mi duyuyordum, yoksa sözleri zihnimde mi çınlıyordu, bilmiyorum.
“Ey güzel insan, kendini ve halkını hazırla! Sizin için zor günler geliyor,” dedi ve o anda dünyanın geri kalanı bir parşömen üzerine çizilmişçesine önümde açılıverdi. Ormanımızın bulunduğu yer haritanın tam ortalarında bir yerdeydi. Göklerin Yüce Kedisi haritanın sağ alt köşesinde bir yeri işaret etti. “Buraya gitmeli ve toprağın altına girmelisiniz!” dedi.
Korkum daha da arttı. Sadece ölüler toprağın altına girer; Göklerin Yüce Kedisi ölmemiz gerektiğini mi söylüyordu yani?
“Oraya ulaşmanıza yardım edecek iki kişi geliyor,” dedi Göklerin Yüce Kedisi. “Biri karanlıklar ülkesinden, diğeri benim ırkımdan. Onları izlerseniz güvende olacaksınız.”
Sonra kukuletalı baş bana döndü ve karanlıkta bir çift zümrüt gibi parlayan yemyeşil kedi gözlerini gördüm. Nefesim kesildi. Kalbim duracak gibi oldu! Ulu Yaratıcı adına, o ne mağrurluk, ne güçtü öyle! Ve ben o gözlere bakarken, Göklerin Yüce Kedisi aniden ortadan kayboldu ve uyandım.
Daha önce belirttiğim gibi, Evonne bu rüyamın mucizevi bir işaret, önceden gelen bir uyarı olduğunu düşünüyor ki ben de ona inanma eğilimindeyim. Ancak bu konuyu liderimiz Khan’la konuşmakla ilgili henüz tereddütlerim var. Belki de biraz daha beklemek en iyisi olacak. Doğru zaman geldiğinde, bunu hissedeceğime inanıyorum.
Cykratos
Özlüyoruz Barış Baba!
Çok uzun zamandır bir şey yazmamıştım sayfama; senin ölüm
yıldönümüne nasipmiş ey unutulmaz kahraman. Sana hitap ederken gerçekte
kullanmaya hakkım olan, gerçekte kullanmak istediğim kelime bu
yaşamımın sonuna kadar gönlümde gizli kalacak ne yazık ki…
Nasılsın oralarda? Eminim buralardan daha güzeldir. BAL SULTAN’la buluştun mu? GÜLBEBEĞİNİ buldun mu? GÜLPEMBE’n açmış kollarını seni bekliyor muydu? Topladın ne topladıysan GESİ BAĞLARI’ndan, götürdün mü hepsini yanında? Bizlerin yüzümüz gülmüyor bugünlerde buralarda Barış Baba. Bir bayrak bıraktınız bizlere, gittiniz yaban ellere, biz şimdi o bayrağı nasıl ayakta tutacağız onu düşünüyoruz.
Nasıl bir dönem, nasıl bir çağdı ki sizinki, yaptıklarınızı tekrarlamayı bırak, bıraktıklarınızı bile koruyamıyoruz? Acıyla burkuluyor yüreklerimiz değerlerin ayakaltı edildiğini görünce. Utançla kızarıyor yüzümüz, elimiz kolumuz bağlı kalınca. Ayaklar baş olacak derlerdi, oldu Barış Baba. Bütün çirkinlikler güzel değerlerin yerini alacak derlerdi, aldı Barış Baba.
Nereden başlasam bilmem ki… Sizler gittiğinizden beri ne güneş güneş gibi parlıyor, ne yıldızlar kendilerini hissettiriyor, ne müzik müzik, ne edebiyat edebiyat, ne de başka bir şeyin tadı kaldı. Kızgınım da hani sizlere, hile yaptınız çünkü. En görkemli zamanlarda yaşayıp her şey bozulurken bırakıp gidiverdiniz bizleri. Yok, yok, şaka, sizin dönemleriniz daha da kötüydü ama siz yine de var ettiniz güzellikleri. Bizim kuşağımız sadece söylenmeyi biliyor ama icraat yok ne yazık ki.
Dünya hakikaten HALİL İBRAHİM SOFRASI; insanlar unuttu KOL DÜĞMELERİ’nin ayrılmazlığını; AYI’lar yiyor armutların en iyilerini, OSMAN’lar kurban gidiyor ağalara, beylere; ACIH DA BAĞA VİR diyoruz ama dinleyen yok; ADEMOĞLU unuttu Adem’liğini, HAVVA kızı başka Havva kızlarıyla değişti Adem’ini; tutunmaya çalışıyorum doğru değerlere ama kayıp gidiyor ellerimden, AFFET BENİ.
ALİ YAZIYOR yıllardır, BOZUYOR HEP VELİ; yakarıyorum geceleri, ALLAH’IM GÜÇ VER BANA diye, diyor ki AMAN YAVAŞ, AHESTE! Bulamıyorum bu gidişatın ANAHTAR’ını, ANLIYORSUN DEĞİL Mİ? Akıp gitti gençlik, BEYHUDE GEÇTİ YILLAR, sonunda gerçekten amaçsız, anlamsız, güçsüz CACIK’lar gibi kaldık burada. Ama işte mücadele bitmiyor bir türlü CAN BEDENDEN ÇIKMAYINCA. Savaşıyorum Barış Baba, savaşıyorum DELİKANLI GİBİ, ne var ki kesilip gidiyor DUT AĞAÇLARI.
AL BENİ de götür buralardan ya da sen GEL. Alışamıyoruz bir türlü sizlerin yokluğunuza, HAYIR HAYIR deyip duruyoruz nafile ama. Geldik yıl 2012, bekliyoruz 2023’ü şimdi de, bir değişiklik olacak mı diye. KAZMA’lar dolmuş ortalık, unutulmuş KOCA TOPÇU’ların fedakarlıkları. KIRIK BİR FİNCAN ayaklar altında, çıkmıyor bir GENÇ OSMAN onu yerden alıp kaldırmaya. KÜHEYLAN’lar susuyor, sütçü beygirleri düzeni kendilerine uyduruyor. Ne dersin, Barış Baba, bizim için de geldi mi zamanı LAMBAYA “PÜF” DEyip MÜSAADENİZLE ÇOCUKLAR diye çekilip gitmenin? Ama haklısın ya derken NE KÖY OLUR SENDEN, NE DE KASABA, ne diyelim Barış Baba, sen de bir NAZAR EYLE. Biliyoruz, ÖLÜM ALLAH’IN EMRİ ama eskilerin SAKIZ HANIM-MAHUR BEY’leri azaldıkça, geliveriyor sürekli SARI ÇİZMELİ MEHMET AĞA’lar başımıza. Diyoruz ki YOLVERİN AĞALAR BEYLER, biz de bir geçelim ama neye yarar, öyle de etsen, böyle de etsen, hep aynı YOL’lar. SARIL BANA Barış Baba, sarıl da aşalım şu sıkıntılı zamanları; bir sen anlarsın zaten geride kalanları.
Sen huzur içinde yat, bitmez arkandan dua okuyanların. Benimse tek inancım kaldı şimdi Barış Baba. Sadece o inanca tutunuyorum. Hani hep derdin ya… bir gün gelecek DÖNENCE… biliyorum.
Ben de buna inanıyorum!...
Nasılsın oralarda? Eminim buralardan daha güzeldir. BAL SULTAN’la buluştun mu? GÜLBEBEĞİNİ buldun mu? GÜLPEMBE’n açmış kollarını seni bekliyor muydu? Topladın ne topladıysan GESİ BAĞLARI’ndan, götürdün mü hepsini yanında? Bizlerin yüzümüz gülmüyor bugünlerde buralarda Barış Baba. Bir bayrak bıraktınız bizlere, gittiniz yaban ellere, biz şimdi o bayrağı nasıl ayakta tutacağız onu düşünüyoruz.
Nasıl bir dönem, nasıl bir çağdı ki sizinki, yaptıklarınızı tekrarlamayı bırak, bıraktıklarınızı bile koruyamıyoruz? Acıyla burkuluyor yüreklerimiz değerlerin ayakaltı edildiğini görünce. Utançla kızarıyor yüzümüz, elimiz kolumuz bağlı kalınca. Ayaklar baş olacak derlerdi, oldu Barış Baba. Bütün çirkinlikler güzel değerlerin yerini alacak derlerdi, aldı Barış Baba.
Nereden başlasam bilmem ki… Sizler gittiğinizden beri ne güneş güneş gibi parlıyor, ne yıldızlar kendilerini hissettiriyor, ne müzik müzik, ne edebiyat edebiyat, ne de başka bir şeyin tadı kaldı. Kızgınım da hani sizlere, hile yaptınız çünkü. En görkemli zamanlarda yaşayıp her şey bozulurken bırakıp gidiverdiniz bizleri. Yok, yok, şaka, sizin dönemleriniz daha da kötüydü ama siz yine de var ettiniz güzellikleri. Bizim kuşağımız sadece söylenmeyi biliyor ama icraat yok ne yazık ki.
Dünya hakikaten HALİL İBRAHİM SOFRASI; insanlar unuttu KOL DÜĞMELERİ’nin ayrılmazlığını; AYI’lar yiyor armutların en iyilerini, OSMAN’lar kurban gidiyor ağalara, beylere; ACIH DA BAĞA VİR diyoruz ama dinleyen yok; ADEMOĞLU unuttu Adem’liğini, HAVVA kızı başka Havva kızlarıyla değişti Adem’ini; tutunmaya çalışıyorum doğru değerlere ama kayıp gidiyor ellerimden, AFFET BENİ.
ALİ YAZIYOR yıllardır, BOZUYOR HEP VELİ; yakarıyorum geceleri, ALLAH’IM GÜÇ VER BANA diye, diyor ki AMAN YAVAŞ, AHESTE! Bulamıyorum bu gidişatın ANAHTAR’ını, ANLIYORSUN DEĞİL Mİ? Akıp gitti gençlik, BEYHUDE GEÇTİ YILLAR, sonunda gerçekten amaçsız, anlamsız, güçsüz CACIK’lar gibi kaldık burada. Ama işte mücadele bitmiyor bir türlü CAN BEDENDEN ÇIKMAYINCA. Savaşıyorum Barış Baba, savaşıyorum DELİKANLI GİBİ, ne var ki kesilip gidiyor DUT AĞAÇLARI.
AL BENİ de götür buralardan ya da sen GEL. Alışamıyoruz bir türlü sizlerin yokluğunuza, HAYIR HAYIR deyip duruyoruz nafile ama. Geldik yıl 2012, bekliyoruz 2023’ü şimdi de, bir değişiklik olacak mı diye. KAZMA’lar dolmuş ortalık, unutulmuş KOCA TOPÇU’ların fedakarlıkları. KIRIK BİR FİNCAN ayaklar altında, çıkmıyor bir GENÇ OSMAN onu yerden alıp kaldırmaya. KÜHEYLAN’lar susuyor, sütçü beygirleri düzeni kendilerine uyduruyor. Ne dersin, Barış Baba, bizim için de geldi mi zamanı LAMBAYA “PÜF” DEyip MÜSAADENİZLE ÇOCUKLAR diye çekilip gitmenin? Ama haklısın ya derken NE KÖY OLUR SENDEN, NE DE KASABA, ne diyelim Barış Baba, sen de bir NAZAR EYLE. Biliyoruz, ÖLÜM ALLAH’IN EMRİ ama eskilerin SAKIZ HANIM-MAHUR BEY’leri azaldıkça, geliveriyor sürekli SARI ÇİZMELİ MEHMET AĞA’lar başımıza. Diyoruz ki YOLVERİN AĞALAR BEYLER, biz de bir geçelim ama neye yarar, öyle de etsen, böyle de etsen, hep aynı YOL’lar. SARIL BANA Barış Baba, sarıl da aşalım şu sıkıntılı zamanları; bir sen anlarsın zaten geride kalanları.
Sen huzur içinde yat, bitmez arkandan dua okuyanların. Benimse tek inancım kaldı şimdi Barış Baba. Sadece o inanca tutunuyorum. Hani hep derdin ya… bir gün gelecek DÖNENCE… biliyorum.
Ben de buna inanıyorum!...
Ruhsal Zeka'nın Yazarı Muhammed Bozdağ ile "The Secret" ve Evrenin Çekim Yasası Üzerine Bir Yazışma
(will be added in English)
Sevgili Muhammed,
Güzel yazını büyük bir keyifle okudum. Birçok noktada düşüncelerimiz birbirine çok benziyor, önce onu belirteyim; ancak, senin de daha önce belirttiğin gibi bazı temel fikir ve prensip ayrılıkları olmakla birlikte, ortak düşüncelerimizi de farklı şekillerde ifade ediyoruz gibi geldi bana.
Ben bu konudaki düşüncemi ortaya koymak için, senin seçtiğin önermelerden bazılarını Zen ve modern spiritüalizm açısından ele almaya çalışacağım. Ne var ki senin yazının sonlarına doğru kullandığın bir ifade özellikle dikkatimi çekti; önce buna değinmek istiyorum: Allah’ın Evren’in kendisi olduğunu düşünmek yanılgısından söz ediyorsun. Bu genellikle spiritüalizmde de çok yanlış anlaşılan ve çok yanlış ifade edilen bir kavramdır aslında. Spiritüalizm, Mutlak Yaratıcı’nın her şeyin içine nüfuz etmiş olduğunu, yaratılmış olan her şeyin onun enerji zerrelerini taşıdığını söyler ki benim inancım da budur. Ancak, Allah’ın Evren’in kendisi olduğunu düşünmek, Mutlak Kudret’i sadece Evren’le sınırlamak olur ki işte bu yanlıştır. Evren, bizim inancımıza göre, Yaratıcı’nın tezahür ettirdiği bir olgudur sadece; bir “yaratılmış”tır. Galaksiler, sistemler, yıldızlar, gezegenler vs. gibi Dünya üzerindeki tüm canlılar da yine bu zerrelere dahildir. Yani aslında şöyle ifade etmek gerekir: Evren, Mutlak Yaratıcı’nın parçasıdır ama Mutlak Yaratıcı, Evren’den ibaret değildir.
Yine, özellikle üç büyük dinin kutsal kitaplarında çok yanlış anlaşıldığını düşündüğüm bir konu var ki o da Şeytan. Aslında bu yanlış anlaşılmada özellikle iktidarı elinde tutmak isteyen din adamlarının (bu konuda üç dini birbirinden ayırmıyorum; hepsindeki köktendinci bağnazları katıyorum), Hollywood’da üretilmiş korku filmlerinin ve korku romanlarının etkisi bence çok büyük. Açıklamaya çalıştığım fikre en güzel örnek, muhtemelen hatırlarsın, Linda Blair’ın oynadığı şu klasikleşmiş Exorcist (Şeytan) filmindeki bazı replikler olabilir. Filmde küçük bir kızın içine bir iblis girer ve iki Hıristiyan rahip onu kurtarmaya çalışır.
Spiritüalizm, “demonic possession” kavramının gerçek olduğunu öne sürer ki özellikle iradesi çok zayıf kişiler için bunun bir ölçüde doğru olabileceğine inanıyorum; ancak, kendi deneyimlerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki “demonic possession” genellikle kişilerin bedeniyle değil, bir mekanla ilgilidir. Bunun olabildiğini, birtakım negatif bedensiz varlıkların (tanımı ne olursa olsun), ev gibi birtakım mekanlara hakim olmaya ve mekanın enerjisini kirletmeye çalışabildiklerine kendim de tanık oldum. Fakat, bir kişinin bedenini ele geçirmeleri fikri çok ama çok uç nokta bir örnektir ve bugüne kadar ne kendim tanık oldum ne de – her ne kadar inanmak istesem de – buna dair şüphe götürmez bir kanıt görebildim. En son incelediğim örneklerden biri, hikayesi Exorcism of Emily Rose adlı filme konu olan Anneliese Michel adlı talihsiz kızın durumu; bu konuda facebook’ta Selim Yeniçeri’s Bookworms grubumda yazdığım makaleyi ilişikte sana gönderiyorum, belki okumak istersin. (Bu yazı Çirkin Ördek Okulu’nda da yayınlanmıştır.)
Gerçek şu ki Hıristiyanlık inancının ciddi şekilde saptırılmış bir versiyonunu savunan Vatikan, senin de çok iyi bildiğini tahmin ettiğim gibi, antik Roma İmparatorluğu döneminde, Caesar unvanının kaybolmasını istemeyen Constantine tarafından kuruldu ve zaman içinde Caesar unvanı Papalığa dönüşürken, aslında Roma Panteonu da Katolik Hıristiyan Kilisesi adını aldı. Her ne kadar Protestanlık, Ortodoksluk vs. gibi alternatif Hıristiyan mezhepleri olsa da, azizler ve azizeler anlayışı devam ettiği sürece, Batı dünyası ne yazık ki Paganizm etkisinden kurtulamayacak. Bu elbette ki onların sorunu diyebiliriz, ancak benzer düşünceler bugün İslamiyet ve Musevilik inancının “sürdürülüş şekillerinde” de görülüyor. Başta “demonic possession” olmak üzere, çeşitli okült kavramlarının doğduğu yer de zaten Paganizm.
Bunu vurgulamamın nedeni şu: Bu anlayış, azizler, azizeler, iblisler vs. gibi kavramları kullanırken, aslında amaç, öncelikle din adamlarının kontrolü elinde tutabilmelerini garantilemek adına, inananları korkuyla terbiye etmek ve itaat etmelerini sağlamaktır. Gerçek İslam inancı özünde insani değerleri savunurken, insana kişisel, ahlaki ve sosyal açılardan kendini geliştirmesi gerekliliğini anlatırken, Batı’da hakim olan bu inanç tarzı, insana şanssızlıklarını kabullenmeyi dayatır: “Bugün içinde yaşadığınız yoksulluğu kabul edin; siz ruhunuzda İsa Mesih’e boyun eğdiğinizde, Cennet’te en zenginler arasına gireceksiniz.” Aslını istersen, bu durumda Secret kitabı kendi içinde de çelişiyor. İnsanın yaşadığı her şeyi kendi kendisinin çektiğini söylemek bu kadercilik anlayışına sığarken, aynı zamanda da “iyi şeyler çekin” diyor. Buna daha sonra geleceğim.
İnanç sistemindeki bu korku unsuru, ne yazık ki asırlar boyunca çok yanlış bir algının doğmasına neden olmuş bence: Dünya üzerinde karanlıkla ışık veya iyilikle kötülük arasında süregelen bir savaş. Evet, ben böyle bir savaşın tüm evrende sürdüğüne inanıyorum ki bu aslında spiritüalizm inancına göre, Yaratıcı’ya dönüş yolculuğumuzda aslında O’ndan birer zerre olduğumuzu hatırlamamız için gereken bir dengedir. Ancak, bu karanlıkla ışık arasında bir savaştır; diğer bir deyişle, Cehennem yaratıklarıyla Cennet yaratıkları arasında sürer. İnsanlar, birey olarak benimsedikleri prensiplerle, yaşama ve başkalarına yaklaşımlarıyla bu güçlerden birine dahil olurlar. Hepsi birer deneyimdir, hepsi ruhsal gelişime katkıda bulunur ve ancak Yaratıcı’nın Evren için belirlediği plana uygun olduğu sürece dengede kalır. Ne var ki Hıristiyanlık otoritelerinin ve sağ olsun, Hollywood’un katkılarıyla ve üstü kapalı dayatmalarıyla, konu Şeytan’la Yaratıcı arasında bir savaşa dönüştürülmüştür ki bunun adı bana göre tek kelimeyle “şık koşmak,” yani putperestliktir. Şeytan, tıpkı diğer tüm melekler ve insanlar gibi, Evren’in, dolayısıyla da Mutlak Yaratıcı’nın bir parçasıdır; onun karşısında duran bir güç değildir! İnsanı O’na giden yoldan caydırmaya uğraşabilir ama O’na denk bir güç asla olamaz!
Her ne kadar konudan uzak gibi görünse de, aslında bu çok önemli ve doğrudan bağlantılı bir nokta. Bu yüzden bu kadar uzun anlatıyorum. Spiritüalizm her ne kadar Mutlak Yaratıcı’nın özünde Sevgi’nin kendisi olduğunu söylese de, hatta kişisel olarak O’nu tanımlamak için belki en güzel sıfatın Yunus Emre’nin deyimiyle İlahi Aşk, spiritüalizmin deyimiyle Koşulsuz Sevgi olduğuna inansam da, ne yazık ki Secret gibi, otoriteymiş görüntüsünde sunulan bazı literatür parçaları, spiritüalizme de korku unsuru katarak inanç sistemini Paganizme dönüştürme çabası içinde. Zira, bu tür fikirler ve konseptler aslında Vatikan’ın savunduğu Hıristiyanlık inancının desteklediği şeyler ve ben Secret’ın böylesine bir başarı ve güç seviyesine ulaşmasının ardında da Vatikan’ı ya da belki de daha doğrusu, Yahudi komplolarını destekleyen İngiliz Emperyalizmini (aslının Amerikan değil, İngiliz kaynaklı olduğuna inanıyorum) görmeden edemiyorum.
Bundan birkaç yıl önce hiç unutamadığım bir rüya görmüştüm. İzin verirsen burada seninle paylaşmak istiyorum. Rüyamda, karşımda üç din adamı vardı: Biri haham, biri piskopos, diğeri de imam. Bana günah ve sevap kavramlarıyla ilgili ne düşündüğümü soruyorlardı ve ben aynen şu cevabı veriyordum:
“Sevap ve günah kavramları, sadece insanı Yaratıcı’ya uzanan doğru yola yönlendiren kriterler olarak ele alınabilir. Ahlaki ve insani açıdan doğru ve yanlış davranışlar, insanı O’na yaklaştırabilir ya da O’ndan uzaklaştırabilir ama bu, kişinin sadece kendisiyle ilgilidir. Aman Yaratıcı bizi cezalandıracak, aman iyilik yapalım da O’nun gözüne girelim şeklinde düşünerek izlenen doğru veya yanlış davranışların bir anlamı olamaz, çünkü O, insanların davranışlarından bağımsızdır. Sevaplar kişiyi O’na yaklaştırmakla veya günahlar kişiyi O’ndan uzaklaştırmakla, kişilerin sadece kendi kendilerini ödüllendirmelerini veya cezalandırmalarını getirir. Nasıl ki bir anne ya da baba olarak, hapse düşen çocuğunuzu sevmeye devam ederseniz, siz Cehennem’e de düşseniz, O sizi sevmeye devam edecektir, çünkü O, Koşulsuz Sevgi’dir. Yaradan’ın sizi sevaplarınıza veya günahlarınıza göre sevip sevmeyeceğini düşünmek, O’nu bir insan gibi değerlendirmektir ve O’nu bir insanmış gibi düşünmek de, putperestliğin ta kendisidir!”
Şimdi, tüm bunların ışığında, bazı önermelere bir de spiritüalizm açısından bakalım.
Önerme: “İstediğiniz her şeyi elde edebilir, her şey olabilirsiniz.” “Seçtiğiniz şey ne olursa olsun ona sahip olabilirsiniz, hedefin büyüklüğü hiç önemli değil.” S.1
Cevap: Bu önerme, aslında Hindu karma felsefesinden doğmuş olan makro felsefenin çarpıtılmış bir halidir. Spiritüalizm, reenkarnasyon inancından yola çıkarak, ruhun çeşitli yaşamlarda çeşitli rollere girebileceğini, dolayısıyla her şey olmayı seçip deneyimleyebileceğini söyler. Ancak, metafiziksel kaynaklar, 20. Yüzyılın son çeyreğinde karmaların sıfırlandığını, bundan sonra yaşayacaklarımızda kendi “niyet”lerimizin önemli olduğunu bildirmektedir.
Üç büyük dinin reenkarnasyon inancını kabul etmediğine (varsayımına; çünkü bu konuda ben pek emin değilim, zira özellikle İslam tasavvufunda reenkarnasyona işaret eden bazı ifadeler buldum ama yine de bu konuda kesin konuşacak kadar bilgim yok) dayanarak, tek bir yaşam sürecinde ele alındığındaysa spiritüalizm bile bu önermenin doğru olduğunu söylemez. İzleyeceğiniz yaşam yolunda sizi niyetlerinizin yönlendireceği doğrudur ama bu, kişisel bazda sınırlıdır. Eğer niyetleriniz kitleleri etkileyecek niyetlerse ve Yaratıcı’nın evrensel kader planına uymuyorsa, havanızı alırsınız.
Önerme: “Hayatınıza giren her şeyi kendinize çeken siz kendinizsiniz. Bunu zihninizde tuttuğunuz imgelerin erdemiyle, düşüncelerinizle yapıyor, zihninizden geçirdiklerinizi kendinize çekiyorsunuz.” S.4
Cevap: İlginç. O zaman ben neden hâlâ bir Ferrari kullanmıyorum? Spiritüalizm, hayatınıza giren her şeyi kendinizin çektiğinizi söyler, bu doğru. Ama bunların neler olacağına değil, sadece niteliklerine siz karar verebilirsiniz ve bunu da genellikle bilinçli olarak yapamazsınız. Dolayısıyla, her ne kadar zihinde canlandırma, olumlu ve hayırlı niyet geliştirme açısından önemli olsa da, her şey değildir. Dahası, siz bir şeyi ne kadar isterseniz isteyin, kendiniz ve ilgili herkesin hayrına işleyecek bir niyetle olmadığı sürece, yine eliniz boş kalır. Dolayısıyla burada ne istediğinizden önce, ne niyetle istediğiniz çok daha önemlidir.
Diğer yandan, evrensel işleyişin size ne şekilde cevap vereceğini asla kestiremezsiniz. Siz bir şeyi isterken, niyetiniz olumluysa, ilahi boyutta kabul görmüşse, gerçekte istediğinizden çok daha farklı ve çok daha kaliteli bir şekilde de verilebilir. Buna karşılık, isteğiniz bir anlamda “çocukça” bulunup, sizinle bununla ilgili güzel bir “ders” de verilebilir.
Önerme: “Kazanılan paranın yüzde doksan altısının dünya nüfusunun yalnızca yüzde biri tarafından kazanılmasının sebebi nedir sizce? Onlar sırrı biliyorlar? S.7 Parayı kendinize çekmek için zenginlik konusuna odaklanın. İstediğiniz kadar paraya şimdiden sahip olduğunuza kendinizi inandırmak zorundasınız. S.98 Parasızlığın tek sebebi paranın düşüncelerle engellenmesidir. S.99 Kendinizi bolluk içerisinde yaşarken düşünün, bereketi kendinize çekeceğinizi göreceksiniz. İşte bu kadar kolay. S.12”
Cevap: Haydi ya? Demek ki insanoğlunun yüzde 80’lik kesimi gerzek; binlerce yıldır bu kadar basit bir şeyi anlayamadıklarına göre? Olumlu, hayırlı niyetlerle bolluk bilinci oluşturabilirsiniz ve ihtiyaçlarınızın evrensel işleyişte çoğu zaman inanamayacağınız mucizelerle karşılandığını görebilirsiniz. Ama Evren’e “bana 100,000 ytl versene” diyemezsiniz. Benim, kişisel olarak, herhangi bir ihtiyaç anında yaptığım şey, öncelikle o konuyla endişeyi kafamdan silmek, söz konusu oluşumun, durumun ya da olayın altında yatan ruhsal nedenleri ve dersleri görmeye çalışmak, sonra da çözümü için elimden geleni yaparken “nasıl”ını İlahi Boyut’a havale etmektir. Bugüne kadar kesinlikle hayal kırıklığına uğratılmadığımı üstüne basa basa belirtmeliyim. Ama yine, ardındaki niyet çok önemlidir.
Önerme: “Siz evrendeki en güçlü mıknatıssınız. İçinizde barındırdığınız manyetik güç yeryüzündeki her şeyden daha güçlü. Bu akıl sır ermez çekim gücünü yayan ise yine sizin düşünceleriniz. S.7 İnsan kendi evrenini kendisi yaratır. S.36”
Cevap: Şunu kabul edebilirim: Düşünsel olarak yokluğa odaklanmak gerçekten yokluk getirir; çünkü bunu yaptığınızda, Yaratıcı’ya olan kendi güveninizi sarsarsınız ve o zaman gerçekten aranızda bir duvar örersiniz. Ama bunu, O’nun size sunduğu fırsatlara kendinizi ve gözlerinizi kapadığınız için yaparsınız, size verilmediği için değil!
Ne yazık ki neredeyse bütün dinlerde, din adamları Yaratıcı’ya uzanan yolun kendilerinden geçtiğini iddia ettiklerinden ve gücü ellerinde tutmak istediklerinden, yokluk düşüncesi özellikle vurgulanır. Ve insanları hizada tutmak için kullanılan korku unsuru kapsamında, Yaradan hep cezalandırmaya hazır, bunun için sizin açığınızı kollayan bir yargıç gibi gösterilir. Gerçek şu ki O’nun size duyduğu sevginin boyutlarını dünyevi mantığınızla algılamanız bile mümkün değildir. Gerçekte yaşamınızda bolluk, sevgi, merhamet ve güven oluşturmak, tamamen yaşama ve deneyimlerinize bakış açınıza bağlıdır; yaşadığınız olumsuzlukları “ceza” gibi görmek yerine, ruhsal gelişiminize katkıda bulunacak “dersler” olarak algılarsanız, hem gelişiminizi hızlandırır hem de özlemini çektiğiniz şeyleri hayatınıza daha kolay kabul edersiniz.
Sözgelimi, “insanlar beni sevmiyor” diye düşünürseniz, gerçekten etrafınızda sizi sevmeyen insanlar görürsünüz. Bunun nedeni, sadece o insanlarla sarılmış olmanız değil, sizin sadece onları görmenizdir. Buna da dense dense “çekim yasası” değil, ancak “algıda seçicilik” denebilir.
Aslında bu durumda kalmanızın nedeni de gayet basittir; içten içe kendi değerlerinizden, ahlaki prensipsizliklerinizden hoşlanmazsınız ve bunun sonucu olarak da kendinizi sevmekte zorlanırsınız; zira, “en kötü” olarak tanımlanabilecek insanlar bile, gerçekte ahlaki açıdan nelerin doğru olduğunu bilir. O doğrulardan uzaklaştıkça, kendilerini daha az severler ki bu kaçınılmazdır, çünkü kötülük, ruhsal bir varlık olduğundan dolayı insanın doğasına aslında terstir. Bir anlamda, kendi içlerinde bir cehennem oluşturarak, kendilerini sevgisizliğe mahkum ederler. Ama asıl soru, siz kendinizi sevmezken ve dolayısıyla başkalarını sevemeyecekken, birinin sizi sevmesini nasıl bekleyebilirsiniz?
Dahası, kendinizi sevmediğinizde, sizi sevebilecek insanların da önünü tıkarsınız, çünkü “benim sevilecek neyim var ki? Yalan söylüyor, numara yapıyor bu” diye düşünerek o kişileri kendinizden uzaklaştırırsınız.
Önerme: “… yaşlanma.. zihnimizden kaynaklanır,… ebedi sağlık ve gençlik üzerinde odaklanın.s.139”
Cevap: Bu ifade, doğru bir düşüncenin yanlış bir şekilde sunumu bence. Kişisel enerjinin genç, dinamik, coşkulu olabilecekken yaşlı, durgun, tembel olması, elbette ki kişinin kendi elindedir ve yaşama bakış açısıyla doğrudan bağlantılıdır, ancak bu pek de ruhsal değil, daha ziyade psikolojik bir durumdur. Olumsuz düşüncelerde ısrar ederek kendinizi depresyona sürüklerseniz, elbette ki kendinizi takvim yaşınızdan yaşlı, işi bitmiş, isteksiz, durgun hissedersiniz. Hayata coşkuyla sarıldığınızdaysa, içinizden doğan enerji mutlaka ki dışınıza yansır ve sizi olduğunuzdan genç gösterebilir ama bu yine de sadece belli bir ölçüde fiziksel olabilir. Yılların yüzünüze koyacağı çizgileri estetik ameliyatlarla silmeye çalışabilirsiniz; spor yaparak enerji seviyenizi yüksek tutabilirsiniz; sağlığınıza dikkat ederek kaliteli bir yaşam sürebilirsiniz. Ama önemli olan dışarıdan nasıl göründüğünüz değil, içinizde kendinizi nasıl hissettiğinizdir; bu konuda asıl mesajı verecek olan da yüzünüzün veya vücudunuzun görünüşü değil, gözlerinizdeki pırıltı ve yaydığınız auradır.
Önerme: “Neyi seviyorsanız onu yapın. Seçtiğiniz şey ne olursa olsun doğru olacak. Güç tamamıyla sizindir.s.184”
Cevap: Son derece özel ve önemli bir noktanın, inanılmayacak ölçüde çarpıtılarak ifade edilişine bir örnek. Bu üç cümleyi üç parçada ele almak istiyorum.
“Neyi seviyorsanız onu yapın.” Bu aslında bence “size doğarken verilen yetenekler neyse, ona yoğunlaşın” şeklinde daha doğru ifade edilebilir. Herkesin yaşamda izlemesi gereken bir yol, bir dharma vardır. Bunu, doğuştan getirdiğiniz özgün ve kişisel yeteneklerinize bakarak anlayabilirsiniz. Çocukken, para kazanma, ünlü olma, başkaları tarafından saygı görme endişesi olmadan, severek yaptığınız şeyler nelerdi? Başkalarının yapamadığı neleri çok iyi yapardınız? Bunlar, size dharmanızla ilgili ipuçları verecek detaylardır. Ve gerçek şu ki dharmanızı izlediğinizde ve bunu doğru bir niyetle yaptığınızda, önünüzde açılacak kapılara çoğu zaman inanamazsınız. Ama tekrar belirtiyorum: O kapıların neler olacağını da siz belirleyemezsiniz.
“Seçtiğiniz şey ne olursa olsun doğru olacak.” Neyse ki öyle değil, yoksa şimdi muhtemelen bir kiralık katil olurdum. Çünkü insan öfkeye kapılarak da seçimler yapabilir ve hayatımın büyük denebilecek bir bölümünü çok öfkeli bir ruh halinde geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Bluğ çağlarımda yaşadığım itilmişlik, dışlanmışlık ve ezilmişlik yüzünden insanlardan intikam almak istiyordum; etrafımdaki neredeyse herkesten nefret ediyordum. Yaptığım şeyleri de kendimi kanıtlamak ve başkalarına “kim olduğumu göstermek” için yapıyordum. Dolayısıyla istediğim birçok şey olmadı, olmasına izin verilmedi, çünkü ardında yatan niyetlerim yanlıştı. Oysa, her şeye rağmen bağışlamayı, öfkemi olumlu enerjiye dönüştürerek üretkenliğe çevirmeyi ve yaptığım şeyleri sadece öğrenmek, gelişmek, yardım etmek, bir değer oluşturmak ve bundan zevk almak uğruna yapmayı seçtiğimde, sonrasında gelen gelişmelere kendim bile inanamadım. Bunlar bir gecede olmadı elbette ama sonuç tek kelimeyle mucizeydi. Eski halimi bilen insanlar beni yıllar sonra gördüklerinde, sık sık “ne oldu sana böyle? Aynı insan değil gibisin” diyorlardı. Dolayısıyla, bu fikir bence şöyle daha doğru ifade edilebilir: “Doğru şeyleri doğru niyetlerle seçtiğinizde, beklediğinizden çok daha iyi sonuç getirir.”
“Güç tamamıyla sizindir!” İşte buna bayıldım. Bu cümleyi kim yazmışsa, kendini He-Man sanıyor olsa gerek ki o bile kendi gücünü değil, Gölgelerin Gücü’nü kullanırdı. Şaka bir yana, gerçek şu ki burada sözü edilen evrensel gücü kullanmanın yollarını bulabilirsiniz ama güç asla sizin değildir. Ve işi yüzünüze gözünüze bulaştırırsanız, o gücü nasıl yönlendireceğinizi bilemezseniz, işte o zaman “ayvayı yersiniz.” Diğer yandan, güç tamamen bizim olsaydı, dünya şimdi olduğundan çok daha beter bir tımarhane olurdu, çünkü öyle bir gücü kullanmak bir yana, ona sahip olmak bile insanı çıldırtmaya yeter. Hayır, bizler sadece sözü edilen bu evrensel gücün dünyada tezahür ettirilmesine kanal olabiliriz ve bunu ancak niyetlerimizin ilahi plana uygunluğu ölçüsünde yapabiliriz. İnsanlık tarihinde en fazla cinayeti işlediği varsayılan Hitler’in bile, en azından bence, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın yol açtığı dehşet ve katliam, insanlık adına ciddi bir şefkat dersi sunacağı için bunları yapmasına izin verildi. Karmik felsefeye göre o katliamda ölen veya inanılmaz acılar çeken insanların bunu kendilerinin (doğmadan önce) seçmiş olması mümkün olabilir ki benim inancım da bu yönde, ancak bunu daha çok önemli ve vurucu bir insanlık mesajı veren bir tiyatro oyununun sahnelenmesi gibi görülmesi gerekir. Dolayısıyla, Hitler oyunun yazarı ya da yönetmeni değildi; oyunculardan biriydi. Yazar ve yönetmen, Yaratıcı’nın kendisiydi.
Son olarak, Muhammed’ciğim, büyücülük, astroloji ve falcılık konseptlerinden “modern din” diye söz etmişsin. Öncelikle, bence bunların din olarak algılanması, insanların zaten bu kavramları doğru dürüst anlayamamasından kaynaklanıyor. Bunların hiçbiri inanç sistemi olamaz aslında. Her dinde okült öğretiler vardır; büyücülük ve falcılık da bunlar arasındadır. Büyülerin gerçek olması ve kesinlikle kullanılmaması gerektiği gerçeği bir yana, ben metafizikle bu kadar içli dışlı biri olmama rağmen, asla falları çok fazla ciddiye almadım. Sonuçta kimse geleceği bilemez, çünkü her şeyden önce özgür irade diye bir şey var ve bizler yaşam süreçlerimizde sürekli tercihler yapıyoruz. Sonuçta yazgımız gereği ulaşacağımız nokta aynı olsa da, oraya nasıl ulaşacağımızı kendimiz seçiyoruz; zor yoldan mı gideceğiz, kestirmeden mi; doğru prensiplerle hareket ederek oraya ulaştığımızda temiz bir vicdanımız mı olacak, yoksa her yol mubah mı diyoruz? Dolayısıyla, herhangi bir yöntemle fal bakıldığında, ancak ve ancak kişinin o anki mevcut tercihleri doğrultusunda “belki” bir şeyler söylenebilir ama bu da geleceği görmek değil, ancak mevcut olanlara dayanarak yorumlar yapmak olarak adlandırılabilir.
Astrolojiye gelince; ben bu konuyu diğerlerinden çok ayrı tutuyorum. Sonuçta İslam inancında da Yıldız Okuma vardır ve bugün astroloji bir inanç sisteminden çok, psuedo-science (yarı-bilim) olarak daha doğru tanımlanabilir. Astroloji fal değildir; senin başına bu gelecek, şunu yaşayacaksın, böyle davranacaksın demez. Benim tanımımla, astroloji daha çok bir yol haritasıdır. Eğer bir yere gitmek istiyorsam, oraya ulaşmada hangi yolu izlersem daha kolay olacağını, ne zamanlarda yolun daha açık olduğunu, ne tür riskler doğabileceğini bilmek isterim; ama sonuçta oraya gidecek olan kişi benimdir ve niyetlerimden, davranışlarımdan, tercihlerimden sadece kendim sorumluyumdur.
Sonuç olarak, senin de telefonda dediğin gibi, ayrıldığımız noktalar var ve seninle karşılıklı fikir alışverişi yapmaktan büyük keyif alıyorum. Ancak, şu çekim yasasının “yasa”lığı konusundaki görüşümüzde hemfikiriz kardeşim. Böyle bir şeyin bilimsel olarak ele alınması mümkün değildir ve çekim yasası öyle herkes için, her istendiği anda, her istendiği şekilde işlemez! (Neyse ki.)
Sevgili Muhammed,
Güzel yazını büyük bir keyifle okudum. Birçok noktada düşüncelerimiz birbirine çok benziyor, önce onu belirteyim; ancak, senin de daha önce belirttiğin gibi bazı temel fikir ve prensip ayrılıkları olmakla birlikte, ortak düşüncelerimizi de farklı şekillerde ifade ediyoruz gibi geldi bana.
Ben bu konudaki düşüncemi ortaya koymak için, senin seçtiğin önermelerden bazılarını Zen ve modern spiritüalizm açısından ele almaya çalışacağım. Ne var ki senin yazının sonlarına doğru kullandığın bir ifade özellikle dikkatimi çekti; önce buna değinmek istiyorum: Allah’ın Evren’in kendisi olduğunu düşünmek yanılgısından söz ediyorsun. Bu genellikle spiritüalizmde de çok yanlış anlaşılan ve çok yanlış ifade edilen bir kavramdır aslında. Spiritüalizm, Mutlak Yaratıcı’nın her şeyin içine nüfuz etmiş olduğunu, yaratılmış olan her şeyin onun enerji zerrelerini taşıdığını söyler ki benim inancım da budur. Ancak, Allah’ın Evren’in kendisi olduğunu düşünmek, Mutlak Kudret’i sadece Evren’le sınırlamak olur ki işte bu yanlıştır. Evren, bizim inancımıza göre, Yaratıcı’nın tezahür ettirdiği bir olgudur sadece; bir “yaratılmış”tır. Galaksiler, sistemler, yıldızlar, gezegenler vs. gibi Dünya üzerindeki tüm canlılar da yine bu zerrelere dahildir. Yani aslında şöyle ifade etmek gerekir: Evren, Mutlak Yaratıcı’nın parçasıdır ama Mutlak Yaratıcı, Evren’den ibaret değildir.
Yine, özellikle üç büyük dinin kutsal kitaplarında çok yanlış anlaşıldığını düşündüğüm bir konu var ki o da Şeytan. Aslında bu yanlış anlaşılmada özellikle iktidarı elinde tutmak isteyen din adamlarının (bu konuda üç dini birbirinden ayırmıyorum; hepsindeki köktendinci bağnazları katıyorum), Hollywood’da üretilmiş korku filmlerinin ve korku romanlarının etkisi bence çok büyük. Açıklamaya çalıştığım fikre en güzel örnek, muhtemelen hatırlarsın, Linda Blair’ın oynadığı şu klasikleşmiş Exorcist (Şeytan) filmindeki bazı replikler olabilir. Filmde küçük bir kızın içine bir iblis girer ve iki Hıristiyan rahip onu kurtarmaya çalışır.
Spiritüalizm, “demonic possession” kavramının gerçek olduğunu öne sürer ki özellikle iradesi çok zayıf kişiler için bunun bir ölçüde doğru olabileceğine inanıyorum; ancak, kendi deneyimlerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki “demonic possession” genellikle kişilerin bedeniyle değil, bir mekanla ilgilidir. Bunun olabildiğini, birtakım negatif bedensiz varlıkların (tanımı ne olursa olsun), ev gibi birtakım mekanlara hakim olmaya ve mekanın enerjisini kirletmeye çalışabildiklerine kendim de tanık oldum. Fakat, bir kişinin bedenini ele geçirmeleri fikri çok ama çok uç nokta bir örnektir ve bugüne kadar ne kendim tanık oldum ne de – her ne kadar inanmak istesem de – buna dair şüphe götürmez bir kanıt görebildim. En son incelediğim örneklerden biri, hikayesi Exorcism of Emily Rose adlı filme konu olan Anneliese Michel adlı talihsiz kızın durumu; bu konuda facebook’ta Selim Yeniçeri’s Bookworms grubumda yazdığım makaleyi ilişikte sana gönderiyorum, belki okumak istersin. (Bu yazı Çirkin Ördek Okulu’nda da yayınlanmıştır.)
Gerçek şu ki Hıristiyanlık inancının ciddi şekilde saptırılmış bir versiyonunu savunan Vatikan, senin de çok iyi bildiğini tahmin ettiğim gibi, antik Roma İmparatorluğu döneminde, Caesar unvanının kaybolmasını istemeyen Constantine tarafından kuruldu ve zaman içinde Caesar unvanı Papalığa dönüşürken, aslında Roma Panteonu da Katolik Hıristiyan Kilisesi adını aldı. Her ne kadar Protestanlık, Ortodoksluk vs. gibi alternatif Hıristiyan mezhepleri olsa da, azizler ve azizeler anlayışı devam ettiği sürece, Batı dünyası ne yazık ki Paganizm etkisinden kurtulamayacak. Bu elbette ki onların sorunu diyebiliriz, ancak benzer düşünceler bugün İslamiyet ve Musevilik inancının “sürdürülüş şekillerinde” de görülüyor. Başta “demonic possession” olmak üzere, çeşitli okült kavramlarının doğduğu yer de zaten Paganizm.
Bunu vurgulamamın nedeni şu: Bu anlayış, azizler, azizeler, iblisler vs. gibi kavramları kullanırken, aslında amaç, öncelikle din adamlarının kontrolü elinde tutabilmelerini garantilemek adına, inananları korkuyla terbiye etmek ve itaat etmelerini sağlamaktır. Gerçek İslam inancı özünde insani değerleri savunurken, insana kişisel, ahlaki ve sosyal açılardan kendini geliştirmesi gerekliliğini anlatırken, Batı’da hakim olan bu inanç tarzı, insana şanssızlıklarını kabullenmeyi dayatır: “Bugün içinde yaşadığınız yoksulluğu kabul edin; siz ruhunuzda İsa Mesih’e boyun eğdiğinizde, Cennet’te en zenginler arasına gireceksiniz.” Aslını istersen, bu durumda Secret kitabı kendi içinde de çelişiyor. İnsanın yaşadığı her şeyi kendi kendisinin çektiğini söylemek bu kadercilik anlayışına sığarken, aynı zamanda da “iyi şeyler çekin” diyor. Buna daha sonra geleceğim.
İnanç sistemindeki bu korku unsuru, ne yazık ki asırlar boyunca çok yanlış bir algının doğmasına neden olmuş bence: Dünya üzerinde karanlıkla ışık veya iyilikle kötülük arasında süregelen bir savaş. Evet, ben böyle bir savaşın tüm evrende sürdüğüne inanıyorum ki bu aslında spiritüalizm inancına göre, Yaratıcı’ya dönüş yolculuğumuzda aslında O’ndan birer zerre olduğumuzu hatırlamamız için gereken bir dengedir. Ancak, bu karanlıkla ışık arasında bir savaştır; diğer bir deyişle, Cehennem yaratıklarıyla Cennet yaratıkları arasında sürer. İnsanlar, birey olarak benimsedikleri prensiplerle, yaşama ve başkalarına yaklaşımlarıyla bu güçlerden birine dahil olurlar. Hepsi birer deneyimdir, hepsi ruhsal gelişime katkıda bulunur ve ancak Yaratıcı’nın Evren için belirlediği plana uygun olduğu sürece dengede kalır. Ne var ki Hıristiyanlık otoritelerinin ve sağ olsun, Hollywood’un katkılarıyla ve üstü kapalı dayatmalarıyla, konu Şeytan’la Yaratıcı arasında bir savaşa dönüştürülmüştür ki bunun adı bana göre tek kelimeyle “şık koşmak,” yani putperestliktir. Şeytan, tıpkı diğer tüm melekler ve insanlar gibi, Evren’in, dolayısıyla da Mutlak Yaratıcı’nın bir parçasıdır; onun karşısında duran bir güç değildir! İnsanı O’na giden yoldan caydırmaya uğraşabilir ama O’na denk bir güç asla olamaz!
Her ne kadar konudan uzak gibi görünse de, aslında bu çok önemli ve doğrudan bağlantılı bir nokta. Bu yüzden bu kadar uzun anlatıyorum. Spiritüalizm her ne kadar Mutlak Yaratıcı’nın özünde Sevgi’nin kendisi olduğunu söylese de, hatta kişisel olarak O’nu tanımlamak için belki en güzel sıfatın Yunus Emre’nin deyimiyle İlahi Aşk, spiritüalizmin deyimiyle Koşulsuz Sevgi olduğuna inansam da, ne yazık ki Secret gibi, otoriteymiş görüntüsünde sunulan bazı literatür parçaları, spiritüalizme de korku unsuru katarak inanç sistemini Paganizme dönüştürme çabası içinde. Zira, bu tür fikirler ve konseptler aslında Vatikan’ın savunduğu Hıristiyanlık inancının desteklediği şeyler ve ben Secret’ın böylesine bir başarı ve güç seviyesine ulaşmasının ardında da Vatikan’ı ya da belki de daha doğrusu, Yahudi komplolarını destekleyen İngiliz Emperyalizmini (aslının Amerikan değil, İngiliz kaynaklı olduğuna inanıyorum) görmeden edemiyorum.
Bundan birkaç yıl önce hiç unutamadığım bir rüya görmüştüm. İzin verirsen burada seninle paylaşmak istiyorum. Rüyamda, karşımda üç din adamı vardı: Biri haham, biri piskopos, diğeri de imam. Bana günah ve sevap kavramlarıyla ilgili ne düşündüğümü soruyorlardı ve ben aynen şu cevabı veriyordum:
“Sevap ve günah kavramları, sadece insanı Yaratıcı’ya uzanan doğru yola yönlendiren kriterler olarak ele alınabilir. Ahlaki ve insani açıdan doğru ve yanlış davranışlar, insanı O’na yaklaştırabilir ya da O’ndan uzaklaştırabilir ama bu, kişinin sadece kendisiyle ilgilidir. Aman Yaratıcı bizi cezalandıracak, aman iyilik yapalım da O’nun gözüne girelim şeklinde düşünerek izlenen doğru veya yanlış davranışların bir anlamı olamaz, çünkü O, insanların davranışlarından bağımsızdır. Sevaplar kişiyi O’na yaklaştırmakla veya günahlar kişiyi O’ndan uzaklaştırmakla, kişilerin sadece kendi kendilerini ödüllendirmelerini veya cezalandırmalarını getirir. Nasıl ki bir anne ya da baba olarak, hapse düşen çocuğunuzu sevmeye devam ederseniz, siz Cehennem’e de düşseniz, O sizi sevmeye devam edecektir, çünkü O, Koşulsuz Sevgi’dir. Yaradan’ın sizi sevaplarınıza veya günahlarınıza göre sevip sevmeyeceğini düşünmek, O’nu bir insan gibi değerlendirmektir ve O’nu bir insanmış gibi düşünmek de, putperestliğin ta kendisidir!”
Şimdi, tüm bunların ışığında, bazı önermelere bir de spiritüalizm açısından bakalım.
Önerme: “İstediğiniz her şeyi elde edebilir, her şey olabilirsiniz.” “Seçtiğiniz şey ne olursa olsun ona sahip olabilirsiniz, hedefin büyüklüğü hiç önemli değil.” S.1
Cevap: Bu önerme, aslında Hindu karma felsefesinden doğmuş olan makro felsefenin çarpıtılmış bir halidir. Spiritüalizm, reenkarnasyon inancından yola çıkarak, ruhun çeşitli yaşamlarda çeşitli rollere girebileceğini, dolayısıyla her şey olmayı seçip deneyimleyebileceğini söyler. Ancak, metafiziksel kaynaklar, 20. Yüzyılın son çeyreğinde karmaların sıfırlandığını, bundan sonra yaşayacaklarımızda kendi “niyet”lerimizin önemli olduğunu bildirmektedir.
Üç büyük dinin reenkarnasyon inancını kabul etmediğine (varsayımına; çünkü bu konuda ben pek emin değilim, zira özellikle İslam tasavvufunda reenkarnasyona işaret eden bazı ifadeler buldum ama yine de bu konuda kesin konuşacak kadar bilgim yok) dayanarak, tek bir yaşam sürecinde ele alındığındaysa spiritüalizm bile bu önermenin doğru olduğunu söylemez. İzleyeceğiniz yaşam yolunda sizi niyetlerinizin yönlendireceği doğrudur ama bu, kişisel bazda sınırlıdır. Eğer niyetleriniz kitleleri etkileyecek niyetlerse ve Yaratıcı’nın evrensel kader planına uymuyorsa, havanızı alırsınız.
Önerme: “Hayatınıza giren her şeyi kendinize çeken siz kendinizsiniz. Bunu zihninizde tuttuğunuz imgelerin erdemiyle, düşüncelerinizle yapıyor, zihninizden geçirdiklerinizi kendinize çekiyorsunuz.” S.4
Cevap: İlginç. O zaman ben neden hâlâ bir Ferrari kullanmıyorum? Spiritüalizm, hayatınıza giren her şeyi kendinizin çektiğinizi söyler, bu doğru. Ama bunların neler olacağına değil, sadece niteliklerine siz karar verebilirsiniz ve bunu da genellikle bilinçli olarak yapamazsınız. Dolayısıyla, her ne kadar zihinde canlandırma, olumlu ve hayırlı niyet geliştirme açısından önemli olsa da, her şey değildir. Dahası, siz bir şeyi ne kadar isterseniz isteyin, kendiniz ve ilgili herkesin hayrına işleyecek bir niyetle olmadığı sürece, yine eliniz boş kalır. Dolayısıyla burada ne istediğinizden önce, ne niyetle istediğiniz çok daha önemlidir.
Diğer yandan, evrensel işleyişin size ne şekilde cevap vereceğini asla kestiremezsiniz. Siz bir şeyi isterken, niyetiniz olumluysa, ilahi boyutta kabul görmüşse, gerçekte istediğinizden çok daha farklı ve çok daha kaliteli bir şekilde de verilebilir. Buna karşılık, isteğiniz bir anlamda “çocukça” bulunup, sizinle bununla ilgili güzel bir “ders” de verilebilir.
Önerme: “Kazanılan paranın yüzde doksan altısının dünya nüfusunun yalnızca yüzde biri tarafından kazanılmasının sebebi nedir sizce? Onlar sırrı biliyorlar? S.7 Parayı kendinize çekmek için zenginlik konusuna odaklanın. İstediğiniz kadar paraya şimdiden sahip olduğunuza kendinizi inandırmak zorundasınız. S.98 Parasızlığın tek sebebi paranın düşüncelerle engellenmesidir. S.99 Kendinizi bolluk içerisinde yaşarken düşünün, bereketi kendinize çekeceğinizi göreceksiniz. İşte bu kadar kolay. S.12”
Cevap: Haydi ya? Demek ki insanoğlunun yüzde 80’lik kesimi gerzek; binlerce yıldır bu kadar basit bir şeyi anlayamadıklarına göre? Olumlu, hayırlı niyetlerle bolluk bilinci oluşturabilirsiniz ve ihtiyaçlarınızın evrensel işleyişte çoğu zaman inanamayacağınız mucizelerle karşılandığını görebilirsiniz. Ama Evren’e “bana 100,000 ytl versene” diyemezsiniz. Benim, kişisel olarak, herhangi bir ihtiyaç anında yaptığım şey, öncelikle o konuyla endişeyi kafamdan silmek, söz konusu oluşumun, durumun ya da olayın altında yatan ruhsal nedenleri ve dersleri görmeye çalışmak, sonra da çözümü için elimden geleni yaparken “nasıl”ını İlahi Boyut’a havale etmektir. Bugüne kadar kesinlikle hayal kırıklığına uğratılmadığımı üstüne basa basa belirtmeliyim. Ama yine, ardındaki niyet çok önemlidir.
Önerme: “Siz evrendeki en güçlü mıknatıssınız. İçinizde barındırdığınız manyetik güç yeryüzündeki her şeyden daha güçlü. Bu akıl sır ermez çekim gücünü yayan ise yine sizin düşünceleriniz. S.7 İnsan kendi evrenini kendisi yaratır. S.36”
Cevap: Şunu kabul edebilirim: Düşünsel olarak yokluğa odaklanmak gerçekten yokluk getirir; çünkü bunu yaptığınızda, Yaratıcı’ya olan kendi güveninizi sarsarsınız ve o zaman gerçekten aranızda bir duvar örersiniz. Ama bunu, O’nun size sunduğu fırsatlara kendinizi ve gözlerinizi kapadığınız için yaparsınız, size verilmediği için değil!
Ne yazık ki neredeyse bütün dinlerde, din adamları Yaratıcı’ya uzanan yolun kendilerinden geçtiğini iddia ettiklerinden ve gücü ellerinde tutmak istediklerinden, yokluk düşüncesi özellikle vurgulanır. Ve insanları hizada tutmak için kullanılan korku unsuru kapsamında, Yaradan hep cezalandırmaya hazır, bunun için sizin açığınızı kollayan bir yargıç gibi gösterilir. Gerçek şu ki O’nun size duyduğu sevginin boyutlarını dünyevi mantığınızla algılamanız bile mümkün değildir. Gerçekte yaşamınızda bolluk, sevgi, merhamet ve güven oluşturmak, tamamen yaşama ve deneyimlerinize bakış açınıza bağlıdır; yaşadığınız olumsuzlukları “ceza” gibi görmek yerine, ruhsal gelişiminize katkıda bulunacak “dersler” olarak algılarsanız, hem gelişiminizi hızlandırır hem de özlemini çektiğiniz şeyleri hayatınıza daha kolay kabul edersiniz.
Sözgelimi, “insanlar beni sevmiyor” diye düşünürseniz, gerçekten etrafınızda sizi sevmeyen insanlar görürsünüz. Bunun nedeni, sadece o insanlarla sarılmış olmanız değil, sizin sadece onları görmenizdir. Buna da dense dense “çekim yasası” değil, ancak “algıda seçicilik” denebilir.
Aslında bu durumda kalmanızın nedeni de gayet basittir; içten içe kendi değerlerinizden, ahlaki prensipsizliklerinizden hoşlanmazsınız ve bunun sonucu olarak da kendinizi sevmekte zorlanırsınız; zira, “en kötü” olarak tanımlanabilecek insanlar bile, gerçekte ahlaki açıdan nelerin doğru olduğunu bilir. O doğrulardan uzaklaştıkça, kendilerini daha az severler ki bu kaçınılmazdır, çünkü kötülük, ruhsal bir varlık olduğundan dolayı insanın doğasına aslında terstir. Bir anlamda, kendi içlerinde bir cehennem oluşturarak, kendilerini sevgisizliğe mahkum ederler. Ama asıl soru, siz kendinizi sevmezken ve dolayısıyla başkalarını sevemeyecekken, birinin sizi sevmesini nasıl bekleyebilirsiniz?
Dahası, kendinizi sevmediğinizde, sizi sevebilecek insanların da önünü tıkarsınız, çünkü “benim sevilecek neyim var ki? Yalan söylüyor, numara yapıyor bu” diye düşünerek o kişileri kendinizden uzaklaştırırsınız.
Önerme: “… yaşlanma.. zihnimizden kaynaklanır,… ebedi sağlık ve gençlik üzerinde odaklanın.s.139”
Cevap: Bu ifade, doğru bir düşüncenin yanlış bir şekilde sunumu bence. Kişisel enerjinin genç, dinamik, coşkulu olabilecekken yaşlı, durgun, tembel olması, elbette ki kişinin kendi elindedir ve yaşama bakış açısıyla doğrudan bağlantılıdır, ancak bu pek de ruhsal değil, daha ziyade psikolojik bir durumdur. Olumsuz düşüncelerde ısrar ederek kendinizi depresyona sürüklerseniz, elbette ki kendinizi takvim yaşınızdan yaşlı, işi bitmiş, isteksiz, durgun hissedersiniz. Hayata coşkuyla sarıldığınızdaysa, içinizden doğan enerji mutlaka ki dışınıza yansır ve sizi olduğunuzdan genç gösterebilir ama bu yine de sadece belli bir ölçüde fiziksel olabilir. Yılların yüzünüze koyacağı çizgileri estetik ameliyatlarla silmeye çalışabilirsiniz; spor yaparak enerji seviyenizi yüksek tutabilirsiniz; sağlığınıza dikkat ederek kaliteli bir yaşam sürebilirsiniz. Ama önemli olan dışarıdan nasıl göründüğünüz değil, içinizde kendinizi nasıl hissettiğinizdir; bu konuda asıl mesajı verecek olan da yüzünüzün veya vücudunuzun görünüşü değil, gözlerinizdeki pırıltı ve yaydığınız auradır.
Önerme: “Neyi seviyorsanız onu yapın. Seçtiğiniz şey ne olursa olsun doğru olacak. Güç tamamıyla sizindir.s.184”
Cevap: Son derece özel ve önemli bir noktanın, inanılmayacak ölçüde çarpıtılarak ifade edilişine bir örnek. Bu üç cümleyi üç parçada ele almak istiyorum.
“Neyi seviyorsanız onu yapın.” Bu aslında bence “size doğarken verilen yetenekler neyse, ona yoğunlaşın” şeklinde daha doğru ifade edilebilir. Herkesin yaşamda izlemesi gereken bir yol, bir dharma vardır. Bunu, doğuştan getirdiğiniz özgün ve kişisel yeteneklerinize bakarak anlayabilirsiniz. Çocukken, para kazanma, ünlü olma, başkaları tarafından saygı görme endişesi olmadan, severek yaptığınız şeyler nelerdi? Başkalarının yapamadığı neleri çok iyi yapardınız? Bunlar, size dharmanızla ilgili ipuçları verecek detaylardır. Ve gerçek şu ki dharmanızı izlediğinizde ve bunu doğru bir niyetle yaptığınızda, önünüzde açılacak kapılara çoğu zaman inanamazsınız. Ama tekrar belirtiyorum: O kapıların neler olacağını da siz belirleyemezsiniz.
“Seçtiğiniz şey ne olursa olsun doğru olacak.” Neyse ki öyle değil, yoksa şimdi muhtemelen bir kiralık katil olurdum. Çünkü insan öfkeye kapılarak da seçimler yapabilir ve hayatımın büyük denebilecek bir bölümünü çok öfkeli bir ruh halinde geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Bluğ çağlarımda yaşadığım itilmişlik, dışlanmışlık ve ezilmişlik yüzünden insanlardan intikam almak istiyordum; etrafımdaki neredeyse herkesten nefret ediyordum. Yaptığım şeyleri de kendimi kanıtlamak ve başkalarına “kim olduğumu göstermek” için yapıyordum. Dolayısıyla istediğim birçok şey olmadı, olmasına izin verilmedi, çünkü ardında yatan niyetlerim yanlıştı. Oysa, her şeye rağmen bağışlamayı, öfkemi olumlu enerjiye dönüştürerek üretkenliğe çevirmeyi ve yaptığım şeyleri sadece öğrenmek, gelişmek, yardım etmek, bir değer oluşturmak ve bundan zevk almak uğruna yapmayı seçtiğimde, sonrasında gelen gelişmelere kendim bile inanamadım. Bunlar bir gecede olmadı elbette ama sonuç tek kelimeyle mucizeydi. Eski halimi bilen insanlar beni yıllar sonra gördüklerinde, sık sık “ne oldu sana böyle? Aynı insan değil gibisin” diyorlardı. Dolayısıyla, bu fikir bence şöyle daha doğru ifade edilebilir: “Doğru şeyleri doğru niyetlerle seçtiğinizde, beklediğinizden çok daha iyi sonuç getirir.”
“Güç tamamıyla sizindir!” İşte buna bayıldım. Bu cümleyi kim yazmışsa, kendini He-Man sanıyor olsa gerek ki o bile kendi gücünü değil, Gölgelerin Gücü’nü kullanırdı. Şaka bir yana, gerçek şu ki burada sözü edilen evrensel gücü kullanmanın yollarını bulabilirsiniz ama güç asla sizin değildir. Ve işi yüzünüze gözünüze bulaştırırsanız, o gücü nasıl yönlendireceğinizi bilemezseniz, işte o zaman “ayvayı yersiniz.” Diğer yandan, güç tamamen bizim olsaydı, dünya şimdi olduğundan çok daha beter bir tımarhane olurdu, çünkü öyle bir gücü kullanmak bir yana, ona sahip olmak bile insanı çıldırtmaya yeter. Hayır, bizler sadece sözü edilen bu evrensel gücün dünyada tezahür ettirilmesine kanal olabiliriz ve bunu ancak niyetlerimizin ilahi plana uygunluğu ölçüsünde yapabiliriz. İnsanlık tarihinde en fazla cinayeti işlediği varsayılan Hitler’in bile, en azından bence, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın yol açtığı dehşet ve katliam, insanlık adına ciddi bir şefkat dersi sunacağı için bunları yapmasına izin verildi. Karmik felsefeye göre o katliamda ölen veya inanılmaz acılar çeken insanların bunu kendilerinin (doğmadan önce) seçmiş olması mümkün olabilir ki benim inancım da bu yönde, ancak bunu daha çok önemli ve vurucu bir insanlık mesajı veren bir tiyatro oyununun sahnelenmesi gibi görülmesi gerekir. Dolayısıyla, Hitler oyunun yazarı ya da yönetmeni değildi; oyunculardan biriydi. Yazar ve yönetmen, Yaratıcı’nın kendisiydi.
Son olarak, Muhammed’ciğim, büyücülük, astroloji ve falcılık konseptlerinden “modern din” diye söz etmişsin. Öncelikle, bence bunların din olarak algılanması, insanların zaten bu kavramları doğru dürüst anlayamamasından kaynaklanıyor. Bunların hiçbiri inanç sistemi olamaz aslında. Her dinde okült öğretiler vardır; büyücülük ve falcılık da bunlar arasındadır. Büyülerin gerçek olması ve kesinlikle kullanılmaması gerektiği gerçeği bir yana, ben metafizikle bu kadar içli dışlı biri olmama rağmen, asla falları çok fazla ciddiye almadım. Sonuçta kimse geleceği bilemez, çünkü her şeyden önce özgür irade diye bir şey var ve bizler yaşam süreçlerimizde sürekli tercihler yapıyoruz. Sonuçta yazgımız gereği ulaşacağımız nokta aynı olsa da, oraya nasıl ulaşacağımızı kendimiz seçiyoruz; zor yoldan mı gideceğiz, kestirmeden mi; doğru prensiplerle hareket ederek oraya ulaştığımızda temiz bir vicdanımız mı olacak, yoksa her yol mubah mı diyoruz? Dolayısıyla, herhangi bir yöntemle fal bakıldığında, ancak ve ancak kişinin o anki mevcut tercihleri doğrultusunda “belki” bir şeyler söylenebilir ama bu da geleceği görmek değil, ancak mevcut olanlara dayanarak yorumlar yapmak olarak adlandırılabilir.
Astrolojiye gelince; ben bu konuyu diğerlerinden çok ayrı tutuyorum. Sonuçta İslam inancında da Yıldız Okuma vardır ve bugün astroloji bir inanç sisteminden çok, psuedo-science (yarı-bilim) olarak daha doğru tanımlanabilir. Astroloji fal değildir; senin başına bu gelecek, şunu yaşayacaksın, böyle davranacaksın demez. Benim tanımımla, astroloji daha çok bir yol haritasıdır. Eğer bir yere gitmek istiyorsam, oraya ulaşmada hangi yolu izlersem daha kolay olacağını, ne zamanlarda yolun daha açık olduğunu, ne tür riskler doğabileceğini bilmek isterim; ama sonuçta oraya gidecek olan kişi benimdir ve niyetlerimden, davranışlarımdan, tercihlerimden sadece kendim sorumluyumdur.
Sonuç olarak, senin de telefonda dediğin gibi, ayrıldığımız noktalar var ve seninle karşılıklı fikir alışverişi yapmaktan büyük keyif alıyorum. Ancak, şu çekim yasasının “yasa”lığı konusundaki görüşümüzde hemfikiriz kardeşim. Böyle bir şeyin bilimsel olarak ele alınması mümkün değildir ve çekim yasası öyle herkes için, her istendiği anda, her istendiği şekilde işlemez! (Neyse ki.)
Anneliese Michel ve Vatikan'ın Şeytan Çıkarma Skandalı
(will be added in English)
Körü körüne inanç, sorgulamadan kabullenme ve cehaletin insana neler yaşatabileceğini görmek istiyorsanız, lütfen okuyun.
Ben metafiziğe her zaman inanan biri oldum. Daha çok küçük yaşlarımdan beri, görünen fiziksel alemin ötesinde bir şeyler olduğunu hissetmiş ve buna inanmıştım. Ama yaşım ilerledikçe, metafizik, spiritualism, paranormal konularında ne kadar dikkatli olmak ve işi titizlikle, şüphecilikle, çok çeşitli açılardan düşünerek ele almak gerektiğini anladım. Bunu yapmadığınızda, bir şeylere körü körüne inandığınızda, başınıza son derece talihsiz ve gereksiz olaylar gelebilir. Size bu konuda bir örnek vermek istiyorum.
Bir süre önce "Exorcism of Emily Rose" adında bir film yayınlandı. Ben izlemedim, kaçınızın izlediğini de bilmiyorum. Ama bu gece internette metapsişik konularda araştırma yaparken, bu konuya rastgeldim ve ne kadar hazin bir öykü olduğunu öğrendim. Bu öyküyü sizinle paylaşmak, eminim vermek istediğim mesajı en etkili şekilde verecektir.
Filme konu olan gerçek hikayede, 1968 yılında epilepsi teşhisi konan Anneliese, 1970-1974 yılları arasında kısmi felç olduğu ya da etrafta şeytani yüzler veya hayaller gördüğü birçok kriz yaşamaya başladı. Kendisi ve ailesi aynı zamanda koyu Katolik idi. Zaman içinde, bedenine bir iblisin sahip olduğuna inanmaya başladı. Sayısız doktora gitmesine, sonu gelmez ilaçlar kullanmasına rağmen, krizlerinde azalma olmadı; tam aksine, hem sıklıkları hem de şiddetleri artmaya başladı. Sonunda, 1974-1975 yılları arasında, ailesi kiliseye başvurarak exorcism (şeytan çıkarma ayini) düzenlenmesi için birkaç kez izin istedi.
Katolik Kilisesi'nin exorcism konusunda çok katı kuralları vardır. Bunlar, 1614 yılından itibaren Rituale Romanum adı altında kabul görmüş ve izlenmiştir.
Almanya'daki Katolik kilisesi, sonunda 1975 Eylül ayında, exorcism için izin verdi ve bu göreve iki rahibini atadı. Eylül 1975-Temmuz 1976 tarihleri arasında, haftada iki-üç kez exorcism seansları yapıldı. Bu arada Anneliese'in durumu iyice kötüleşti. Hiçbir şey yemiyordu. Ancak ilaçla uyutularak yemek veriliyordu. Ailesinin evinde kalan genç kız, kriz anlarında bağırıp çağırmaya başlıyor, evin içinde çırılçıplak koşturuyor, kendi çişini içiyor, örümcek ve insan pisliği yiyor, anlaşılmaz dillerde ve ses tonlarında konuşuyor, zaman zaman kendine zarar veriyor, etrafındaki insanlara saldırıyordu. Bazı durumlarda onu zapt edebilmek için iki ya da üç erkek gerekiyordu.
Bu arada seanslar devam ediyordu. Doğal olarak psikolojisi de çok kötüleşmişti. Bir duvara dümdüz bakarak saplantılı bir şekilde günde 600 ila 700 kez diz çöküp kalkıyordu ve bu, sonunda dizkapaklarının parçalanmasına neden olmuştu. Ne var ki filmlerde kullanılan temaların aksine, telekinezi, telepati, levitasyon gibi psişik olaylara hiç rastlanmıyordu. Diğer bir deyişle, exorcism seansları sırasında rahiplerin üzerine sürülen dolaplar, kendi kendine açılıp kapanan çekmeceler yoktu ve Anneliese tavanda ya da duvarlarda sürünerek filan dolaşmıyordu.
Rahipler bu seansların hepsini kaydediyordu; sonunda yaklaşık 40 kaset dolmuştu. Nihayet son seans 30 Haziran 1976'da yapıldı ve 1 Temmuz 1976 gününün öğle saatlerinde, zavallı Anneliese yaşama veda etti. Ölüm nedeni, bedenini ele geçiren bir iblis değil, açlıktı.
Ölümünden sonra ailesi ve rahipler hakkında dava açıldı. Bu daha Avrupa'da uzun süre yankılar uyandırdı. Psikolog ve doktor görüşleri alındı, exorcism seanslarının ses kayıtları dinlendi; sonunda, psikologlar, bu duruma genç kızın ailesinin ve rahiplerin yol açtığına karar verdi. Onların görüşüne göre, zaten zihinsel dengesi yerinde olmayan ve çok güçlü bir inanca sahip olan Anneliese, rahiplerin ve ailesinin tutumuyla, "doctrinaire induction" durumuna girmişti; yani, etrafındaki herkes ve o kişilerin davranışları, kızın bir iblis tarafından ele geçirildiği inancını güçlendirmişti. Sonunda rahipler ve aile, altışar ay hapis cezasına mahkum edildi.
Ne yazık ki Katolik Kilisesi daha sonra bu vakadaki exorcism durumunu yalanlamış olsa da, internet sitelerinde bile hala bu seansların kayıtlarını ve "exorcism vakasına örnek" olarak Anneliese'in resimlerini bulmak mümkün. Hatta ismini vermeyeceğim bir sitede öyle sözler edilmiş ki "Katolik inancına bağlı kalmaz, kurtuluş için Katolik Kilisesi'ne bağlanmazsanız, diğer hiçbir şey size yardımcı olamaz" anlamına gelen mesajlar verilmiş.
Psikolojisi bu hale gelen, açlıktan bir deri bir kemiğe dönen bir insan, birçok kişinin gözünde "içine şeytan girmiş" izlenimi uyandıracak şekilde bir fiziksel görünüme bürünebilir; özellikle de böyle bir durumla karşılaştığına inanan insanların. Ama karşılaşılan her durumun mantıklı bir açıklaması da vardı. Bu mantık her zaman fiziksel boyutta olmayabilir; ben hala metafiziğe ve fizik ötesi varlıklara inanıyorum. Hatta her zaman söylediğim gibi, insanoğlunun şu anda sürdürdüğü beş duyulu bilim yaklaşımını da asla yeterli bulmuyorum. Ne var ki zihnin insana ne tür oyunlar oynayabileceğini de unutmamak gerekir.
Bizler inanmak istediğimize inanırız ama her şey inandığımız gibi olmayabilir...
Körü körüne inanç, sorgulamadan kabullenme ve cehaletin insana neler yaşatabileceğini görmek istiyorsanız, lütfen okuyun.
Ben metafiziğe her zaman inanan biri oldum. Daha çok küçük yaşlarımdan beri, görünen fiziksel alemin ötesinde bir şeyler olduğunu hissetmiş ve buna inanmıştım. Ama yaşım ilerledikçe, metafizik, spiritualism, paranormal konularında ne kadar dikkatli olmak ve işi titizlikle, şüphecilikle, çok çeşitli açılardan düşünerek ele almak gerektiğini anladım. Bunu yapmadığınızda, bir şeylere körü körüne inandığınızda, başınıza son derece talihsiz ve gereksiz olaylar gelebilir. Size bu konuda bir örnek vermek istiyorum.
Bir süre önce "Exorcism of Emily Rose" adında bir film yayınlandı. Ben izlemedim, kaçınızın izlediğini de bilmiyorum. Ama bu gece internette metapsişik konularda araştırma yaparken, bu konuya rastgeldim ve ne kadar hazin bir öykü olduğunu öğrendim. Bu öyküyü sizinle paylaşmak, eminim vermek istediğim mesajı en etkili şekilde verecektir.
Filme konu olan gerçek hikayede, 1968 yılında epilepsi teşhisi konan Anneliese, 1970-1974 yılları arasında kısmi felç olduğu ya da etrafta şeytani yüzler veya hayaller gördüğü birçok kriz yaşamaya başladı. Kendisi ve ailesi aynı zamanda koyu Katolik idi. Zaman içinde, bedenine bir iblisin sahip olduğuna inanmaya başladı. Sayısız doktora gitmesine, sonu gelmez ilaçlar kullanmasına rağmen, krizlerinde azalma olmadı; tam aksine, hem sıklıkları hem de şiddetleri artmaya başladı. Sonunda, 1974-1975 yılları arasında, ailesi kiliseye başvurarak exorcism (şeytan çıkarma ayini) düzenlenmesi için birkaç kez izin istedi.
Katolik Kilisesi'nin exorcism konusunda çok katı kuralları vardır. Bunlar, 1614 yılından itibaren Rituale Romanum adı altında kabul görmüş ve izlenmiştir.
Almanya'daki Katolik kilisesi, sonunda 1975 Eylül ayında, exorcism için izin verdi ve bu göreve iki rahibini atadı. Eylül 1975-Temmuz 1976 tarihleri arasında, haftada iki-üç kez exorcism seansları yapıldı. Bu arada Anneliese'in durumu iyice kötüleşti. Hiçbir şey yemiyordu. Ancak ilaçla uyutularak yemek veriliyordu. Ailesinin evinde kalan genç kız, kriz anlarında bağırıp çağırmaya başlıyor, evin içinde çırılçıplak koşturuyor, kendi çişini içiyor, örümcek ve insan pisliği yiyor, anlaşılmaz dillerde ve ses tonlarında konuşuyor, zaman zaman kendine zarar veriyor, etrafındaki insanlara saldırıyordu. Bazı durumlarda onu zapt edebilmek için iki ya da üç erkek gerekiyordu.
Bu arada seanslar devam ediyordu. Doğal olarak psikolojisi de çok kötüleşmişti. Bir duvara dümdüz bakarak saplantılı bir şekilde günde 600 ila 700 kez diz çöküp kalkıyordu ve bu, sonunda dizkapaklarının parçalanmasına neden olmuştu. Ne var ki filmlerde kullanılan temaların aksine, telekinezi, telepati, levitasyon gibi psişik olaylara hiç rastlanmıyordu. Diğer bir deyişle, exorcism seansları sırasında rahiplerin üzerine sürülen dolaplar, kendi kendine açılıp kapanan çekmeceler yoktu ve Anneliese tavanda ya da duvarlarda sürünerek filan dolaşmıyordu.
Rahipler bu seansların hepsini kaydediyordu; sonunda yaklaşık 40 kaset dolmuştu. Nihayet son seans 30 Haziran 1976'da yapıldı ve 1 Temmuz 1976 gününün öğle saatlerinde, zavallı Anneliese yaşama veda etti. Ölüm nedeni, bedenini ele geçiren bir iblis değil, açlıktı.
Ölümünden sonra ailesi ve rahipler hakkında dava açıldı. Bu daha Avrupa'da uzun süre yankılar uyandırdı. Psikolog ve doktor görüşleri alındı, exorcism seanslarının ses kayıtları dinlendi; sonunda, psikologlar, bu duruma genç kızın ailesinin ve rahiplerin yol açtığına karar verdi. Onların görüşüne göre, zaten zihinsel dengesi yerinde olmayan ve çok güçlü bir inanca sahip olan Anneliese, rahiplerin ve ailesinin tutumuyla, "doctrinaire induction" durumuna girmişti; yani, etrafındaki herkes ve o kişilerin davranışları, kızın bir iblis tarafından ele geçirildiği inancını güçlendirmişti. Sonunda rahipler ve aile, altışar ay hapis cezasına mahkum edildi.
Ne yazık ki Katolik Kilisesi daha sonra bu vakadaki exorcism durumunu yalanlamış olsa da, internet sitelerinde bile hala bu seansların kayıtlarını ve "exorcism vakasına örnek" olarak Anneliese'in resimlerini bulmak mümkün. Hatta ismini vermeyeceğim bir sitede öyle sözler edilmiş ki "Katolik inancına bağlı kalmaz, kurtuluş için Katolik Kilisesi'ne bağlanmazsanız, diğer hiçbir şey size yardımcı olamaz" anlamına gelen mesajlar verilmiş.
Psikolojisi bu hale gelen, açlıktan bir deri bir kemiğe dönen bir insan, birçok kişinin gözünde "içine şeytan girmiş" izlenimi uyandıracak şekilde bir fiziksel görünüme bürünebilir; özellikle de böyle bir durumla karşılaştığına inanan insanların. Ama karşılaşılan her durumun mantıklı bir açıklaması da vardı. Bu mantık her zaman fiziksel boyutta olmayabilir; ben hala metafiziğe ve fizik ötesi varlıklara inanıyorum. Hatta her zaman söylediğim gibi, insanoğlunun şu anda sürdürdüğü beş duyulu bilim yaklaşımını da asla yeterli bulmuyorum. Ne var ki zihnin insana ne tür oyunlar oynayabileceğini de unutmamak gerekir.
Bizler inanmak istediğimize inanırız ama her şey inandığımız gibi olmayabilir...
Tanrı Hep Oradaydı
(will be added in English)
Hayatı 3 yaşından beri sanatın çeşitli dallarıyla geçmiş, 8 yaşındayken kendini TRT’de seslendirmen ve radyo sanatçısı olarak mikrofon karşısında bulmuş, 11 yaşında İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahne tozunu yutmaya başlamış bir çocuk, babasının “geleceğini düşünerek” yaptığı bir hata sonucu kendini alakasız bir şekilde bir ticaret lisesinde bulunca, sudan çıkmış balığa dönmüştü.
Daha küçük yaşlarından itibaren ünün tadını almaya başlamış, o yaşa kadar tüm hayatı boyunca sanatla nefes alıp vermiş bu çocuk, bir anda ait olduğu ortamdan koparılıp alınmıştı ve yaşıtlarıyla yaşadığı sosyal uyumsuzluk yüzünden giderek içine kapanmaya, denklerinin arasında itilip kakılmaya, dışlanmaya başlamıştı.
Günün birinde, radyoda dinlediği bir şarkıyla kendini kanıtlamak için bir yol bulmuştu: Bir Rock yıldızı olacaktı. Böylece, sağdan soldan bulduğu bir klasik gitarla, müziği öğrenmeye başladı. Hayatında ilk kez harçlıklarından para biriktirerek ilk elektrik gitarını satın aldı; babasının bunun da bir geçici heves olduğuna ve oğlunun bir süre sonra doğru yola döneceğine inanmasına rağmen!
Babasının tüm umutlarına rağmen, çocuk müzik sevdasından vazgeçmedi, çünkü yaşadığı sonu gelmez yalnızlık içinde onu hayata bağlayan tek şey müzik ve gitarıydı. Liseden sonra ilk Heavy Metal grubunu kurdu ve 18 yaşında, sanat ortamından koptuktan 4 yıl sonra, bu kez müzik için sahneye çıktı ve ilk konserini verdi. Hayaline ulaşmaya kararlıydı; Türkiye’de henüz Rock müzik doğru dürüst tanınmamasına rağmen, bir Rock yıldızı olacaktı!
Bu dönemde ona yıllarca cesaret verecek biriyle, daha doğrusu bir grupla tanıştı: W.A.S.P. Grubun kurucusu ve solisti Blackie Lawless (Steven Edward Duren), sokaklardan gelme biriydi ve kendi başarısını yaratmıştı; dahası, o da babasının bütün itirazlarına rağmen müzik yolunda ilerlemekten vazgeçmemişti. Vahşi sahne şovlarıyla ve saldırgan tavırlarıyla dünyaya meydan okuyan Blackie, kısa süre içinde bu çocuğun en önemli kahramanlarından biri haline geldi. Çocuğa bir hayal, bir ideal, bir hedef verdi farkında olmadan. Çocuk bir yandan kendi mücadelesini sürdürürken, bir yandan da onun hayatını yakından takip eder oldu. Odasının tüm duvarları ve tavanı, beton görünmemecesine bu müzisyenlerin posterleriyle, gazete ve dergi kupürleriyle kaplıydı. Çocuk o resimlere bakarak hayaller kuruyor, bir gün onlardan biri olacağına kesinlikle inanıyordu.
Üniversite yıllarında MSÜ Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmeye hak kazanarak bir kez daha ait olduğu yola döndü. Saçlarını sırtının ortalarına kadar uzattı; deri montlar, çizmeler, bileklikler, parmaksız deri eldivenler kuşanmaya başladı ve gümüş takılar vazgeçilmezi oldu. Müzik onun dünyası, tüm evreniydi ve başaracağından şüphesi yoktu. Ergenlik çağında kendisiyle alay edenlere, kim olduğunu gösterecekti!
Akademi eğitimi sürerken, çocuk boş zamanlarının tamamını müzikle uğraşarak geçiriyordu. W.A.S.P. başta olmak üzere, çeşitli Rock ve Heavy Metal gruplarının müziklerini dinliyor, kliplerini izliyor, onları inceleyerek gitar tekniklerini ve müzik bilgisini ilerletiyordu. Müzik veya gitar dersi alamıyordu, çünkü kendi harçlıkları bunun için yeterli değildi ve babasının böyle bir şeye para harcamaya niyeti olmadığı belliydi.
Önüne gelen her fırsatta müzik piyasasına saldırmasına, çıktığı konserlerde ve dinletilerde yer yerinden oynamasına rağmen, bir süre sonra hayal kırıklıkları birbiri ardına dizilmeye başladı. Verdiği savaşta tek başına olduğunu biliyordu ve grubundan da ayrılıp tek başına çalışmaya başlamıştı. Ama desteği olmadığı gibi, kişisel olarak maddi imkanları sıfırdı ve artık etrafındaki insanlar da ona inanmıyordu; sonunda kız arkadaşı da ona inanmaktan vazgeçince, başarısıyla ilgili kafasında ilk şüpheler uyanmaya başladı.
Ama Blackie, şarkılarıyla, posterleriyle, hayatıyla hâlâ ona cesaret vermeye devam ediyordu. Sonuçta o da bir sürü yenilgiyle karşılaşmamış mıydı? Hedeflerinden vazgeçmemekte direnerek dünyanın en başarılı Heavy gruplarından birini yaratmamış mıydı?
Ne var ki Türkiye farklıydı. Plak şirketleri bu müzik türüne kesinlikle şans vermiyordu. Halkın büyük bölümü Arabesk ve Pop adı altında sunulan kalitesiz müziklere yöneliyordu. Çocuk inancını korumakta zorlanmaya başladığını hissediyordu.
Nihayet üniversite eğitiminden sonra, biraz harçlığını çıkarmak, biraz da bedava kitap okumak adına çevirmenlik yapmaya başladı. Bu süreçte farkında olmadan en büyük ikinci tutkusunu keşfedecekti: Kitaplar.
Müzik alanında mücadelesi sürerken ve öfkesi artarak bütün benliğini sararken, kitaplar sığınağı olmuştu. Dahası, aslında bunu asla hedeflememesine rağmen, yaşamında izleyeceği kariyeri de bulmuştu. Zaman içinde ülkenin en tanınmış ve en üretken kitap çevirmenlerinden biri olacaktı. Üstelik, kitap çevirirken dili giderek gelişiyor, yazar olmayı öğreniyordu.
Ne var ki peş peşe gelen hayal kırıklıkları karşısında inancı korumak zordur. Müzik alanında verdiği mücadelede, çevirmenlikten kazandığı parayla yaptığı albüm de elinde patlayınca ve arkasından yayınlanan iki romanı da benzer sonuçlarla karşılaşınca, çocuk sonunda teslim bayrağını çekti ve sıradan bir hayatla yetinmeye karar verdi.
Yorgundu. Bıkmıştı. Yenilgiyi kabullenmişti. İstediği tek şey, herhangi biri gibi evlenip çoluk çocuğa karışmaktı, çünkü hayatta en çok istediği üçüncü şey, iyi bir baba olmaktı. Ünlü bir Rock yıldızı olamamıştı; istediği gibi iyi bir yazar olamamıştı; ama iyi bir baba olmaya kararlıydı. Karşısına çıkan ilk kızla evlendi ve üç yıl sonra da bir oğlu oldu. Artık ölene dek yaşamı böyle devam edecek gibi görünüyordu. Hayallerine veda etmiş, hayatın gerçeklerini nihayet kabullenmişti. Nihayet… vazgeçmişti.
****
“Kaplanın çizgileri yıkanmakla çıkmaz,” der ünlü Heavy Metal grubu Manowar, en güzel şarkılarından birinde. Kısacası, insan neyse odur. Çeşitli nedenlerle kendini olduğundan farklı bir kalıba sokmaya çalışmak, insanı ruhunu kaybetmeye kadar götürür.
Yedi yıl süren evliliğimin sonlarında benim hissettiğim şey de buydu. Kuruyor, soluyor, büzülüyor, yaşamdan uzaklaşıyordum. Yeniden uyanmaya karar vermek benim için çok zordu, çünkü bir açıdan evliliğimi bitirmek anlamına geliyordu ve küçük bir oğlum vardı. Ama kafamdaki asıl soru şuydu: Ben önce kendim olamazsam, oğluma nasıl istediğim gibi bir baba olacaktım?
Yazgı, bu kararı bir anlamda benim yerime verdi ve beni ensemden tuttuğu gibi ait olduğum yola geri döndürdü. Herkes dharmasını izlemek zorundadır; izlemezse, asla kendini bulamaz ve asla tatmin edici bir yaşam süremez. Yapmak zorunda kalacağım bütün fedakarlıklara rağmen, yaşam yoluma dönmeye karar vermiş, hayata yeniden dört elle sarılmıştım. İşin ilginç tarafı, ben bunu yapmaya karar verdiğimde, özellikle kariyerim hiç tahmin etmeyeceğim bir şekilde değişmeye başladı.
Zaman içinde, müzikte yakalayamadığım başarıyı neden çevirmenlikte yakaladığımı kendi kendime sormaya başladım ve sonunda cevabını buldum: Müzik alanında öfkem ve hırsım, müziğe olan sevgimin önüne geçmişti. Süreçten zevk alamıyordum; müziğin kendisini unutmuştum. Doğal olarak, bu bütün davranışlarıma ve tutumuma yansıyordu. Çevirmenlikteyse, kitapları seviyordum ve dolayısıyla çalıştığımı hiç hissetmiyordum. Ortada bir mücadele yoktu; sadece yapılan işten alınan zevk vardı. Yıllar sonra gitarımı bir kez daha elime alma cesaretini bulduğumda, müziğe de aynı şekilde yaklaşmaya karar verdim; ünü yakalamak, yıldız olmak, albümler çıkarıp kitleleri peşimden sürüklemek umurumda bile değildi. Önemli olan, müzikti.
Çok uzun süre gitarımdan uzak kaldığım için bir daha asla eskisi gibi çalamayacağımı düşünüyordum ve bu içimde büyük bir korku yaratıyordu; çalmayı başaramazsam bir daha gitarımla barışamayacağımdan korkuyordum. Ama hiç de öyle olmadı. İster inanın, ister inanmayın, kısa sürede üzerimdeki pası attıktan sonra eskisinden çok daha iyi çaldığımı fark ettim ve bir kez daha içimdeki yaşam enerjisini hissettim. Hayatım boyunca gitar çalmaktan hiç bu kadar zevk aldığımı, hiç b kadar coşkuya kapıldığımı hatırlamıyordum; öyle ki çalarken sık sık gözlerim buğulanıyor, kendimle tekrar buluşmanın yarattığı mutlulukla yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu. Duygularım hareketlenmeye başladığında, sekiz yıl aradan sonra ilk kez bir şarkı yazıp beste yaptım. Söyleyebileceğim tek şey vardı: Kendi kendimi gömdüğüm mezardan sonunda çıkmıştım!
Türkiye’nin en parlak yayınevlerinden biri olan Yakamoz Yayınları’yla, yeni çıkacak kitabım KompleksSİZ Yaşam için anlaşma yaptım. Dahası, bu kitabı hazırlarken, aslında kendimden uzaklaşırken, aynı zamanda gerçek yaşam prensiplerimi de unuttuğumu fark ettim. Kitap her ne kadar kişisel gelişim tarzında bir çalışma olsa ve insanlara başarı yöntemlerimi anlatsa da, aslında kendi kendime mesajlar veriyor, kendimi uyandırıyordum.
Beş yaşını doldurmak üzere olan oğlumla ilişkim, hiç olmadığı kadar derin ve anlamlı bir seviyeye ulaşmıştı. Küçük bir çocuğun, yetişkin birine aslında yaşamla ve varoluşla ilgili çok şey öğretebileceğini keşfediyordum. Kısacası, hayatım hiç olmadığı kadar derin bir anlam kazanmıştı. Ve bu küçük adam, benden yaklaşan beşinci doğum günü için ne hediye istediğini söylediğinde, aslında bana hediye verdiğinin farkında değildi: Bir gitar istiyordu!
Ama kararımın doğru olup olmadığı konusunda tereddütler yaşarken, hiç beklenmedik bir anda Tanrı’dan ya da Evren’den bir mesaj geldi!
Yeni kitabımın kapak çekimlerini birlikte yapacağımız art-direktör ve grafik tasarımcısı arkadaşım Kamil Temizel’e ertesi gün çekim yapıp yapamayacağımızı sorduğum bir gün, bunun mümkün olmayacağını, çünkü ertesi akşam konsere gidileceğini söyledi. Kimin konseri olduğunu sorduğumda, aldığım cevap önce dalga geçtiğini düşünmeme neden oldu.
O gece Dolmabahçe, İstanbul’daki Küçükçiftlik Parkı’nda Rock tutkunlarının oluşturduğu kalabalık yavaş yavaş içeri girmeye başladığında, böyle bir şansı kesinlikle beklemiyordum, çünkü ne numaralı koltuklar söz konusuydu, ne de sahne önü için bilet almıştık. Ama her nasılsa, o kalabalıkta bir şekilde kendimi sahne önünde buluverdim.
Dünyaca ünlü bir grubun konseri başladığında, seyirci tahmin edileceği gibi son derece coşkuluydu. Muhteşem parçalar ve sert gitar melodileri birbiri ardına dizilirken, konserin yarısını gözlerim yaşlı izliyordum, çünkü bir konser olmasının ötesinde, benim için tam anlamıyla bir kader gecesiydi. Yıllarca müziklerini dinlediğim, yaşam öyküsü nedeniyle bir kahraman olarak gördüğüm ve özellikle müzik kariyerimin başlarında kendime örnek aldığım ve o gece ilk kez canlı olarak izlediğim Blackie Lawless, benden on metre ötede gitarını konuşturuyor ve şarkılarını haykırıyordu!
“Görüyorsun ya, ben hayal değilim, gerçeğim!” der gibiydi. Sanki o kalabalığın arasında sadece benimle konuşuyormuş gibi hissediyordum. Dahası, izleyicilerin arasında olmama rağmen, aslında sahnede Blackie’yle birlikte şarkı söylüyordum.
Konser bittiğinde kimseye belli etmeden dudaklarımda Blackie Lawless’a fısıldadığım bir teşekkürle oradan ayrılırken, iki şeyi anladım: Birincisi, Blackie’yle aramızda tuhaf bir ruhsal bağ vardı. Kim bilir, belki bir gün bu yaşamda şahsen tanışırız ya da bu dünyaya veda ettiğimizde cennette birlikte gitar çalıp şarkı söyleriz.
İkincisi, o geceden sonra sık sık zihnimde tekrarlanan bir cümle belirmişti: Sen kendini unutsan da, Tanrı seni asla unutmaz!
Ve o gece Evren üzerime eğilmiş, “Nereye ait olduğunu hatırladın mı? Endişeleri bir kenara at; sen doğru kararı verdin ve artık zaman geldi,” diyordu sanki. Yaşadığım olaya inanamıyordum. W.A.S.P.’ın konseri bir yana, bir gün öncesine kadar Türkiye’ye geldiklerinden bile haberim yoktu. Ben dharmamı izlemeye karar verdiğimde, gerçek kimliğimi ve yaşam yolumu kabullendiğimde, Evren beklenmedik bir anda, kişisel olarak algılayacağım bir mesajı pat diye önüme koyuvermişti. Bu, kendimle barışmış, Yaradan’ın bana biçtiği kimliği kabullenmiş olmamın ödülüydü!
Yola çıktığımda, intikam hırsıyla, öfkeyle, sadece ün, para ve görkem peşinde koşuyordum. Oysa anladım ki bu yolculuk boyunca aldığım ruhsal ve kişisel dersler, çok daha önemli ve değerliymiş.
Birkaç gün önce, bana hayatımda “ben” yerine önce “sen” demeyi öğreten ilk insan olan beş yaşındaki küçük oğlum, akşam yemeğinde aniden durup yüzüme baktı ve şöyle dedi: “Sen çok iyi bir babasın, biliyor musun?”
İtiraf etmeliyim ki hayatta birçoklarının gurur duyacağı çok şey yaptım; gurur duymayacağım çok şey de yaptım. Belki başardığım bazı şeyler, birçok kişi için yeterli de olabilirdi; özellikle kariyer anlamında. Ama o anda oğlumun gözlerindeki bakışları gördüğümde ve o sözleri duyduğumda, aslında ilk kez gerçekten gurur duyulacak bir şey yakaladığımı anladım.
Oğlumdan öğrendiğim dersle insanları kendimden öne koymaya başladığımda, hayatımın her alanında inanılmaz gelişmeler görmeye başladım. Etrafım, daha önce hiç olmadığı kadar çok sayıda ve sağlam dostlarla sarıldı; kariyerimde hayal bile edemeyeceğim şeyler olmaya başladı; dahası, laf aramızda, aslında nasıl bir elmas madeninin üzerinde oturduğumu gördüm; son olarak, yıllarca hayalini kurduğum türden bir hanım hayatıma girdi.
Artık ünlü olmak, yıldız olmak, para, görkem, kariyerde başarı, hiçbiri umurumda değil. Bunlar gelebilir de, gelmeyebilir de; elimdekiler kalabilir de, kaybolabilir de; sonuçta hepsi gelip geçici ve hepsi detay. Önemli olan, etrafınızı saran insanların niteliği ve sizin hayatınızda yarattıkları değerler. Saydığımız şeylerin hepsine sahip olsanız bile, bunları paylaşacağınız, tadını birlikte çıkaracağınız insanlardan yoksunsanız, hayatınızın tek bir anlamı olur: Koca bir sıfır!
Kendimle savaşmaktan vazgeçtiğimde, egomu bir kenara atıp önce insanlara odaklanabildiğimde, aslında istediğim her şeye sahip olduğumu fark ettim. Bu noktada söyleyebileceğim artık tek bir söz var: Hayatım boyunca yalnızlıktan şikayet etmiştim; o geceden sonra anladım ki aslında hiç yalnız kalmamışım…
Tanrı hep orada, yanımdaymış!...
Hayatı 3 yaşından beri sanatın çeşitli dallarıyla geçmiş, 8 yaşındayken kendini TRT’de seslendirmen ve radyo sanatçısı olarak mikrofon karşısında bulmuş, 11 yaşında İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahne tozunu yutmaya başlamış bir çocuk, babasının “geleceğini düşünerek” yaptığı bir hata sonucu kendini alakasız bir şekilde bir ticaret lisesinde bulunca, sudan çıkmış balığa dönmüştü.
Daha küçük yaşlarından itibaren ünün tadını almaya başlamış, o yaşa kadar tüm hayatı boyunca sanatla nefes alıp vermiş bu çocuk, bir anda ait olduğu ortamdan koparılıp alınmıştı ve yaşıtlarıyla yaşadığı sosyal uyumsuzluk yüzünden giderek içine kapanmaya, denklerinin arasında itilip kakılmaya, dışlanmaya başlamıştı.
Günün birinde, radyoda dinlediği bir şarkıyla kendini kanıtlamak için bir yol bulmuştu: Bir Rock yıldızı olacaktı. Böylece, sağdan soldan bulduğu bir klasik gitarla, müziği öğrenmeye başladı. Hayatında ilk kez harçlıklarından para biriktirerek ilk elektrik gitarını satın aldı; babasının bunun da bir geçici heves olduğuna ve oğlunun bir süre sonra doğru yola döneceğine inanmasına rağmen!
Babasının tüm umutlarına rağmen, çocuk müzik sevdasından vazgeçmedi, çünkü yaşadığı sonu gelmez yalnızlık içinde onu hayata bağlayan tek şey müzik ve gitarıydı. Liseden sonra ilk Heavy Metal grubunu kurdu ve 18 yaşında, sanat ortamından koptuktan 4 yıl sonra, bu kez müzik için sahneye çıktı ve ilk konserini verdi. Hayaline ulaşmaya kararlıydı; Türkiye’de henüz Rock müzik doğru dürüst tanınmamasına rağmen, bir Rock yıldızı olacaktı!
Bu dönemde ona yıllarca cesaret verecek biriyle, daha doğrusu bir grupla tanıştı: W.A.S.P. Grubun kurucusu ve solisti Blackie Lawless (Steven Edward Duren), sokaklardan gelme biriydi ve kendi başarısını yaratmıştı; dahası, o da babasının bütün itirazlarına rağmen müzik yolunda ilerlemekten vazgeçmemişti. Vahşi sahne şovlarıyla ve saldırgan tavırlarıyla dünyaya meydan okuyan Blackie, kısa süre içinde bu çocuğun en önemli kahramanlarından biri haline geldi. Çocuğa bir hayal, bir ideal, bir hedef verdi farkında olmadan. Çocuk bir yandan kendi mücadelesini sürdürürken, bir yandan da onun hayatını yakından takip eder oldu. Odasının tüm duvarları ve tavanı, beton görünmemecesine bu müzisyenlerin posterleriyle, gazete ve dergi kupürleriyle kaplıydı. Çocuk o resimlere bakarak hayaller kuruyor, bir gün onlardan biri olacağına kesinlikle inanıyordu.
Üniversite yıllarında MSÜ Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmeye hak kazanarak bir kez daha ait olduğu yola döndü. Saçlarını sırtının ortalarına kadar uzattı; deri montlar, çizmeler, bileklikler, parmaksız deri eldivenler kuşanmaya başladı ve gümüş takılar vazgeçilmezi oldu. Müzik onun dünyası, tüm evreniydi ve başaracağından şüphesi yoktu. Ergenlik çağında kendisiyle alay edenlere, kim olduğunu gösterecekti!
Akademi eğitimi sürerken, çocuk boş zamanlarının tamamını müzikle uğraşarak geçiriyordu. W.A.S.P. başta olmak üzere, çeşitli Rock ve Heavy Metal gruplarının müziklerini dinliyor, kliplerini izliyor, onları inceleyerek gitar tekniklerini ve müzik bilgisini ilerletiyordu. Müzik veya gitar dersi alamıyordu, çünkü kendi harçlıkları bunun için yeterli değildi ve babasının böyle bir şeye para harcamaya niyeti olmadığı belliydi.
Önüne gelen her fırsatta müzik piyasasına saldırmasına, çıktığı konserlerde ve dinletilerde yer yerinden oynamasına rağmen, bir süre sonra hayal kırıklıkları birbiri ardına dizilmeye başladı. Verdiği savaşta tek başına olduğunu biliyordu ve grubundan da ayrılıp tek başına çalışmaya başlamıştı. Ama desteği olmadığı gibi, kişisel olarak maddi imkanları sıfırdı ve artık etrafındaki insanlar da ona inanmıyordu; sonunda kız arkadaşı da ona inanmaktan vazgeçince, başarısıyla ilgili kafasında ilk şüpheler uyanmaya başladı.
Ama Blackie, şarkılarıyla, posterleriyle, hayatıyla hâlâ ona cesaret vermeye devam ediyordu. Sonuçta o da bir sürü yenilgiyle karşılaşmamış mıydı? Hedeflerinden vazgeçmemekte direnerek dünyanın en başarılı Heavy gruplarından birini yaratmamış mıydı?
Ne var ki Türkiye farklıydı. Plak şirketleri bu müzik türüne kesinlikle şans vermiyordu. Halkın büyük bölümü Arabesk ve Pop adı altında sunulan kalitesiz müziklere yöneliyordu. Çocuk inancını korumakta zorlanmaya başladığını hissediyordu.
Nihayet üniversite eğitiminden sonra, biraz harçlığını çıkarmak, biraz da bedava kitap okumak adına çevirmenlik yapmaya başladı. Bu süreçte farkında olmadan en büyük ikinci tutkusunu keşfedecekti: Kitaplar.
Müzik alanında mücadelesi sürerken ve öfkesi artarak bütün benliğini sararken, kitaplar sığınağı olmuştu. Dahası, aslında bunu asla hedeflememesine rağmen, yaşamında izleyeceği kariyeri de bulmuştu. Zaman içinde ülkenin en tanınmış ve en üretken kitap çevirmenlerinden biri olacaktı. Üstelik, kitap çevirirken dili giderek gelişiyor, yazar olmayı öğreniyordu.
Ne var ki peş peşe gelen hayal kırıklıkları karşısında inancı korumak zordur. Müzik alanında verdiği mücadelede, çevirmenlikten kazandığı parayla yaptığı albüm de elinde patlayınca ve arkasından yayınlanan iki romanı da benzer sonuçlarla karşılaşınca, çocuk sonunda teslim bayrağını çekti ve sıradan bir hayatla yetinmeye karar verdi.
Yorgundu. Bıkmıştı. Yenilgiyi kabullenmişti. İstediği tek şey, herhangi biri gibi evlenip çoluk çocuğa karışmaktı, çünkü hayatta en çok istediği üçüncü şey, iyi bir baba olmaktı. Ünlü bir Rock yıldızı olamamıştı; istediği gibi iyi bir yazar olamamıştı; ama iyi bir baba olmaya kararlıydı. Karşısına çıkan ilk kızla evlendi ve üç yıl sonra da bir oğlu oldu. Artık ölene dek yaşamı böyle devam edecek gibi görünüyordu. Hayallerine veda etmiş, hayatın gerçeklerini nihayet kabullenmişti. Nihayet… vazgeçmişti.
****
“Kaplanın çizgileri yıkanmakla çıkmaz,” der ünlü Heavy Metal grubu Manowar, en güzel şarkılarından birinde. Kısacası, insan neyse odur. Çeşitli nedenlerle kendini olduğundan farklı bir kalıba sokmaya çalışmak, insanı ruhunu kaybetmeye kadar götürür.
Yedi yıl süren evliliğimin sonlarında benim hissettiğim şey de buydu. Kuruyor, soluyor, büzülüyor, yaşamdan uzaklaşıyordum. Yeniden uyanmaya karar vermek benim için çok zordu, çünkü bir açıdan evliliğimi bitirmek anlamına geliyordu ve küçük bir oğlum vardı. Ama kafamdaki asıl soru şuydu: Ben önce kendim olamazsam, oğluma nasıl istediğim gibi bir baba olacaktım?
Yazgı, bu kararı bir anlamda benim yerime verdi ve beni ensemden tuttuğu gibi ait olduğum yola geri döndürdü. Herkes dharmasını izlemek zorundadır; izlemezse, asla kendini bulamaz ve asla tatmin edici bir yaşam süremez. Yapmak zorunda kalacağım bütün fedakarlıklara rağmen, yaşam yoluma dönmeye karar vermiş, hayata yeniden dört elle sarılmıştım. İşin ilginç tarafı, ben bunu yapmaya karar verdiğimde, özellikle kariyerim hiç tahmin etmeyeceğim bir şekilde değişmeye başladı.
Zaman içinde, müzikte yakalayamadığım başarıyı neden çevirmenlikte yakaladığımı kendi kendime sormaya başladım ve sonunda cevabını buldum: Müzik alanında öfkem ve hırsım, müziğe olan sevgimin önüne geçmişti. Süreçten zevk alamıyordum; müziğin kendisini unutmuştum. Doğal olarak, bu bütün davranışlarıma ve tutumuma yansıyordu. Çevirmenlikteyse, kitapları seviyordum ve dolayısıyla çalıştığımı hiç hissetmiyordum. Ortada bir mücadele yoktu; sadece yapılan işten alınan zevk vardı. Yıllar sonra gitarımı bir kez daha elime alma cesaretini bulduğumda, müziğe de aynı şekilde yaklaşmaya karar verdim; ünü yakalamak, yıldız olmak, albümler çıkarıp kitleleri peşimden sürüklemek umurumda bile değildi. Önemli olan, müzikti.
Çok uzun süre gitarımdan uzak kaldığım için bir daha asla eskisi gibi çalamayacağımı düşünüyordum ve bu içimde büyük bir korku yaratıyordu; çalmayı başaramazsam bir daha gitarımla barışamayacağımdan korkuyordum. Ama hiç de öyle olmadı. İster inanın, ister inanmayın, kısa sürede üzerimdeki pası attıktan sonra eskisinden çok daha iyi çaldığımı fark ettim ve bir kez daha içimdeki yaşam enerjisini hissettim. Hayatım boyunca gitar çalmaktan hiç bu kadar zevk aldığımı, hiç b kadar coşkuya kapıldığımı hatırlamıyordum; öyle ki çalarken sık sık gözlerim buğulanıyor, kendimle tekrar buluşmanın yarattığı mutlulukla yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu. Duygularım hareketlenmeye başladığında, sekiz yıl aradan sonra ilk kez bir şarkı yazıp beste yaptım. Söyleyebileceğim tek şey vardı: Kendi kendimi gömdüğüm mezardan sonunda çıkmıştım!
Türkiye’nin en parlak yayınevlerinden biri olan Yakamoz Yayınları’yla, yeni çıkacak kitabım KompleksSİZ Yaşam için anlaşma yaptım. Dahası, bu kitabı hazırlarken, aslında kendimden uzaklaşırken, aynı zamanda gerçek yaşam prensiplerimi de unuttuğumu fark ettim. Kitap her ne kadar kişisel gelişim tarzında bir çalışma olsa ve insanlara başarı yöntemlerimi anlatsa da, aslında kendi kendime mesajlar veriyor, kendimi uyandırıyordum.
Beş yaşını doldurmak üzere olan oğlumla ilişkim, hiç olmadığı kadar derin ve anlamlı bir seviyeye ulaşmıştı. Küçük bir çocuğun, yetişkin birine aslında yaşamla ve varoluşla ilgili çok şey öğretebileceğini keşfediyordum. Kısacası, hayatım hiç olmadığı kadar derin bir anlam kazanmıştı. Ve bu küçük adam, benden yaklaşan beşinci doğum günü için ne hediye istediğini söylediğinde, aslında bana hediye verdiğinin farkında değildi: Bir gitar istiyordu!
Ama kararımın doğru olup olmadığı konusunda tereddütler yaşarken, hiç beklenmedik bir anda Tanrı’dan ya da Evren’den bir mesaj geldi!
Yeni kitabımın kapak çekimlerini birlikte yapacağımız art-direktör ve grafik tasarımcısı arkadaşım Kamil Temizel’e ertesi gün çekim yapıp yapamayacağımızı sorduğum bir gün, bunun mümkün olmayacağını, çünkü ertesi akşam konsere gidileceğini söyledi. Kimin konseri olduğunu sorduğumda, aldığım cevap önce dalga geçtiğini düşünmeme neden oldu.
O gece Dolmabahçe, İstanbul’daki Küçükçiftlik Parkı’nda Rock tutkunlarının oluşturduğu kalabalık yavaş yavaş içeri girmeye başladığında, böyle bir şansı kesinlikle beklemiyordum, çünkü ne numaralı koltuklar söz konusuydu, ne de sahne önü için bilet almıştık. Ama her nasılsa, o kalabalıkta bir şekilde kendimi sahne önünde buluverdim.
Dünyaca ünlü bir grubun konseri başladığında, seyirci tahmin edileceği gibi son derece coşkuluydu. Muhteşem parçalar ve sert gitar melodileri birbiri ardına dizilirken, konserin yarısını gözlerim yaşlı izliyordum, çünkü bir konser olmasının ötesinde, benim için tam anlamıyla bir kader gecesiydi. Yıllarca müziklerini dinlediğim, yaşam öyküsü nedeniyle bir kahraman olarak gördüğüm ve özellikle müzik kariyerimin başlarında kendime örnek aldığım ve o gece ilk kez canlı olarak izlediğim Blackie Lawless, benden on metre ötede gitarını konuşturuyor ve şarkılarını haykırıyordu!
“Görüyorsun ya, ben hayal değilim, gerçeğim!” der gibiydi. Sanki o kalabalığın arasında sadece benimle konuşuyormuş gibi hissediyordum. Dahası, izleyicilerin arasında olmama rağmen, aslında sahnede Blackie’yle birlikte şarkı söylüyordum.
Konser bittiğinde kimseye belli etmeden dudaklarımda Blackie Lawless’a fısıldadığım bir teşekkürle oradan ayrılırken, iki şeyi anladım: Birincisi, Blackie’yle aramızda tuhaf bir ruhsal bağ vardı. Kim bilir, belki bir gün bu yaşamda şahsen tanışırız ya da bu dünyaya veda ettiğimizde cennette birlikte gitar çalıp şarkı söyleriz.
İkincisi, o geceden sonra sık sık zihnimde tekrarlanan bir cümle belirmişti: Sen kendini unutsan da, Tanrı seni asla unutmaz!
Ve o gece Evren üzerime eğilmiş, “Nereye ait olduğunu hatırladın mı? Endişeleri bir kenara at; sen doğru kararı verdin ve artık zaman geldi,” diyordu sanki. Yaşadığım olaya inanamıyordum. W.A.S.P.’ın konseri bir yana, bir gün öncesine kadar Türkiye’ye geldiklerinden bile haberim yoktu. Ben dharmamı izlemeye karar verdiğimde, gerçek kimliğimi ve yaşam yolumu kabullendiğimde, Evren beklenmedik bir anda, kişisel olarak algılayacağım bir mesajı pat diye önüme koyuvermişti. Bu, kendimle barışmış, Yaradan’ın bana biçtiği kimliği kabullenmiş olmamın ödülüydü!
Yola çıktığımda, intikam hırsıyla, öfkeyle, sadece ün, para ve görkem peşinde koşuyordum. Oysa anladım ki bu yolculuk boyunca aldığım ruhsal ve kişisel dersler, çok daha önemli ve değerliymiş.
Birkaç gün önce, bana hayatımda “ben” yerine önce “sen” demeyi öğreten ilk insan olan beş yaşındaki küçük oğlum, akşam yemeğinde aniden durup yüzüme baktı ve şöyle dedi: “Sen çok iyi bir babasın, biliyor musun?”
İtiraf etmeliyim ki hayatta birçoklarının gurur duyacağı çok şey yaptım; gurur duymayacağım çok şey de yaptım. Belki başardığım bazı şeyler, birçok kişi için yeterli de olabilirdi; özellikle kariyer anlamında. Ama o anda oğlumun gözlerindeki bakışları gördüğümde ve o sözleri duyduğumda, aslında ilk kez gerçekten gurur duyulacak bir şey yakaladığımı anladım.
Oğlumdan öğrendiğim dersle insanları kendimden öne koymaya başladığımda, hayatımın her alanında inanılmaz gelişmeler görmeye başladım. Etrafım, daha önce hiç olmadığı kadar çok sayıda ve sağlam dostlarla sarıldı; kariyerimde hayal bile edemeyeceğim şeyler olmaya başladı; dahası, laf aramızda, aslında nasıl bir elmas madeninin üzerinde oturduğumu gördüm; son olarak, yıllarca hayalini kurduğum türden bir hanım hayatıma girdi.
Artık ünlü olmak, yıldız olmak, para, görkem, kariyerde başarı, hiçbiri umurumda değil. Bunlar gelebilir de, gelmeyebilir de; elimdekiler kalabilir de, kaybolabilir de; sonuçta hepsi gelip geçici ve hepsi detay. Önemli olan, etrafınızı saran insanların niteliği ve sizin hayatınızda yarattıkları değerler. Saydığımız şeylerin hepsine sahip olsanız bile, bunları paylaşacağınız, tadını birlikte çıkaracağınız insanlardan yoksunsanız, hayatınızın tek bir anlamı olur: Koca bir sıfır!
Kendimle savaşmaktan vazgeçtiğimde, egomu bir kenara atıp önce insanlara odaklanabildiğimde, aslında istediğim her şeye sahip olduğumu fark ettim. Bu noktada söyleyebileceğim artık tek bir söz var: Hayatım boyunca yalnızlıktan şikayet etmiştim; o geceden sonra anladım ki aslında hiç yalnız kalmamışım…
Tanrı hep orada, yanımdaymış!...
Ruh Tipleri ve İlişkileri
(will be added in English)
Üniversite yıllarımdan itibaren metafizikle yakından ilgilenmeye başlamış olmama rağmen, eş ruhlar veya ruh ikizi kavramları pek ilgimi çekmemişti. Ancak, ben de birçokları gibi beni tamamlayacak bir eşim olduğunu hissediyor ve onu arıyordum. Sanırım onlarla daha derin ve içerikli dostluklar kurabildiğimden olsa gerek, arkadaşlarımın çoğu karşı cinstendir ve bugüne dek kaç kadınla duygusal bir yakınlaşma yaşadığımı bilmiyorum. Yine de, hep “o”nu aramaya devam ettim; kim olduğunu bile bilmeden, sadece oralarda bir yerlerde olduğunu, günün birinde hayatıma girerek içimdeki boşluğu dolduracağını, o belirsiz arayışı sona erdireceğini hissederek…
Sonunda, 2000 yılının sonunda, henüz MSN Messenger’ın olmadığı, ICQ’ların pek tutulup yayılmadığı, insanların MIRC üzerinden “chat”leştiği bir dönemde, Filipinli bir hanımla tanıştım. 13 ay boyunca her gün yazışmamıza karşın, ona evlenme teklif ettiğimde tanışalı daha on beş gün olmuştu. Hatta daha ilk konuşmamızda, ikimiz de farkında olmadan ne yöne gideceğimiz konusunda birbirimize işaretler vermiştik; bunlar “söyleyene değil, söyletene bak” dedirtecek şeylerdi ve ikimiz de farkındaydık ki bizi bir araya getiren şey kaderdi.
2002 yılı başında Filipinler’e gittim, orada evlendik ve bir yıla yakın orada yaşadık. Sonrasında bazı ekonomik şartlar nedeniyle birlikte Türkiye’ye döndük. 2005 yılında bir oğlumuz oldu. Ve ortalama bir evli çiftin yapacağı gibi güzelliklerle, tartışmalarla, tuz biberle örülmüş bir şekilde yaşamımıza devam ettik.
Farkında olmadığımız şey, bu evliliğin ikimizi de tüketmeye başladığıydı! Tükenmemizin nedeni, birbirimizi sevmememiz ya da saygı duymamamız filan değildi; sonrasında bunlar da gelmeye başladı ama asıl neden, bir araya geliş nedenimizi yanlış anlamamızdı! Eşimle yedi yıl evli kaldıktan sonra, onun gerçekte karmik eşim olduğunu ve onunla ruhsal bir hesabı temizlemem gerektiğini keşfettim. Sorunun ve karmik borcun kaynağını öğrendiğimde (birtakım parapsişik yöntemler kullanarak, meditasyonlardan ve rüyalardan yararlanarak), doğru cevapları bulmak daha da zordu ama şimdilerde ikimizin de hayatlarımızın gidişatına baktığımda, doğruyu yaptığımıza inancım giderek artıyor.
Peki, bu uyanış, bu irkiliş ve bu ayrılık nasıl başladı?
Ben kendimi bildim bileli hep sanatla uğraştım; 3 yaşımda resimle başlayarak, plastik sanatlar dışında sanatın uğraşmadığım dalı neredeyse kalmadı. Sonunda da MSÜ Güzel Sanatlar’dan mezun oldum.
Oysa evliliğim süresince bunların hepsinden uzaklaşmıştım! Yedi yıl boyunca ne resim yaptım, ne bir şey yazdım, ne şiirlerle ilgilendim, ne elime gitar aldım… Hatta metafizikten ve spiritüelizmden bile uzaklaştım. Diğer bir deyişle, beni tanımlayan şeylerden kaçtım! Bunun doğal bir getirisi olarak da, kendimden uzaklaşmaya, kendimi kaybetmeye, yaşamı kaçırmaya başladım. Yaptığım tek şey, hayatımı kazanmak için kitap çevirmek ve geri kalan zamanlarımda bilgisayar oyunlarına ya da filmlere gömülmekti. Zihin ve sanat adına hiçbir şey üretmiyordum!
Bir terslik olduğunun farkındaydım ama ne yapılması gerektiğini bilemiyor, durumu düzeltmek için kendimde gerekli gücü bulamıyordum. Sonuçta bir çocuğum vardı, eşim ülkesinden uzakta bana muhtaç durumdaydı ve elbette ki sorumluluğunu bilen biri böyle bir durumda arkasını dönüp gidemezdi.
Dahası, eşim iyice bana bağımlı hale gelmiş, kendisi de hayattan zevk alamaz olmuştu ve neredeyse hiçbir şey paylaşamıyorduk. Son üç yıldır birlikte yaptığımız çok az şey hatırlıyorum.
Çok geçmeden karşılıklı suçlamalar, kırgınlıklar ve öfke birikmeye başladı. Ayrılma noktasına gelene kadar asla birbirimize bağırıp çağırdığımızı hatırlamıyorum; ikimizin de yapısı buna müsait değildi. Ama sonunda öyle bir noktaya ulaştık ki patlamalar kaçınılmaz oldu.
Ve şimdi geri dönüp baktığımda, bunun en önemli nedeninin, ilişkimizin amacını doğru algılayamamak olduğunu düşünüyorum. İşte bu yüzden ilişki türlerinin ve ruh yapılarının bilinmesi gerektiğine inanıyorum.
Ekim 2008’de bir gece ellerimi açıp dua ettim ve Yaradan’a bana bir çözüm göstermesi için yalvardım. O’nun hepimiz adına her şeyin en iyisini bildiğine her zaman inanmışımdır ve bu yüzden, hayat karşıma ne çıkaracaksa, yüzleşmeye hazırdım.
O gece, tuhaf bir rüya gördüm. Kızkardeşim, ailem ve yakın arkadaşlarımla birlikte bir restoranda yemek yiyorduk. Ben bir ara kalkıp lavaboya gittim ama döndüğümde kimse beni görmüyordu: Kardeşim ve iki arkadaşım dışında. Kardeşim bana baktı ve “Ağabey, sana ne oldu böyle? Hayalet olmuşsun?” dedi.
Aynaya dönüp baktım. Kendimi göremiyordum! O zaman öldüğümü anlamıştım. Hay aksi, diye düşündüm. Şimdi zamanı mıydı? Daha yapacak çok şeyim vardı. Üstelik oğlumun büyüdüğünü bile göremedim.
Uyandığımda, Uzak Doğu mistisizmini yakından bilen biri olarak, rüyamla ilgili iki yorumum olmuştu: Birincisi, çok büyük bir değişim yaşayacaktım. O kadar ki etrafımdaki herkes – görünüşe bakılırsa kardeşim ve o iki arkadaşım dışında – beni tanımakta zorlanarak, tanıdıkları Selim’in öldüğüne karar vereceklerdi. Ve ikincisi, daha doğrudan bir mesajla, rüyam bana şöyle diyordu: Hayat gelip geçici, zaman az, bir an önce uyan ve yapman gerekenleri yap!
Bu yakarışımdan kısa süre sonra, 29 Ekim’de, facebook’ta bir hanımla tanıştım. Kendiliğinden gelişen bir şekilde yazışmaya başladık ama ikimizin de kafasında herhangi bir yakınlaşma düşüncesi yoktu. İkimiz de kelimelerle oynamayı seviyorduk, ikimiz de seviyeli insanlardık ve sadece karşılıklı yazarlık şovları yapıyorduk. Bu daha çok bir oyun gibiydi. Ama ikimizin de dikkatini çeken bir şey oldu: Bir yazar olarak, kendime has ifadeler kullanırım ve bir tarzım vardır. Sanatta bu tür şeyleri taklit etmek de kolay değildir, çünkü doğal olmadığı takdirde sırıtır. Oysa biz neredeyse aynı sözcükleri kullanıyorduk; o kadar ki sanki birimizin yazdığını öbürü okurken, kendi yazdığını okuyor gibi oluyordu.
Çok geçmeden, MSN’den de görüşmeye başladık. Durum daha da tuhaflaştı: Birbirimizin düşüncelerini, sözlerini tamamlamaya, birimiz daha sormadan öbürümüz cevap vermeye başlamıştık. Ne olup bittiğini bilmiyorduk ama kesin olan, aramızda sıra dışı bir bağ olduğuydu. Ve ikimiz de işin içinde yatan şeyi öğrenmeye istekliydik.
Neyse, uzatmayayım, kısa süre sonra ruhsal frekanslarımızın çok yakın olduğunu anladık. Sonrasında olayların gelişimiyle evliliğim bitti ve ben yaşamda izlemem gereken yola, “dharma”ma geri döndüm. Yanlış anlamayın, evliliğim onunla birlikte olmam yüzünden bitmedi! Öyle bir şey olmadı da zaten, çünkü tahmin edilenin aksine, ruh ikizlerinin bir araya gelme nedeni, birçok kaynakta da belirtildiği gibi, “sonsuza dek mutlu yaşadılar” şeklinde bir hikaye yaratmak değildir. Gerçek şu ki fiziksel dünyada bir araya gelip, sabaha kadar sohbet ederek geçirdiğimiz bir gecenin sonunda bir daha onu görmedim. Onun hayatıma giriş nedeni buydu: Beni ait olduğum yola geri döndürmek. Ve bunu yapmıştı.
Ama bir araya gelişimizin bana kazandırdığı enerji inanılmazdı. Yedi yıllık uyku halimi üzerimden attım ve hayata dört elle sarıldım. Sanatıma ve metafiziğe geri döndüm. Onunla karşılaşmamdan ve eşimle ayrılık sürecine girmemizden bir süre sonra, hayatıma girip çıkan kadınların sayısı çok arttı. Her seferinde karşımdaki kişi başlatıyordu ilişkiyi, her seferinde kısa sürüyordu ve her seferinde benden bir şeyler kopardığını sanırken aslında çok önemli şeyler bırakarak ve beni biraz daha doğru kişiye hazırlayarak (o zaman için bilmiyordum elbette) gidiyordu. Ve sonunda, bundan yaklaşık bir yıl önce, şimdi kalbimin sahibi olan, birçok ortak noktayı paylaştığımız dünya tatlısı eşimle tanıştım ve görebildiğim kadarıyla bu insan da benim ruh eşim. Sonrasında da birçok şey kendiliğinden akmaya başladı, çünkü “dharma”nıza teslim olduğunuzda olacak olan budur.
Konudan uzaklaşmayalım. Bunları anlatmamın nedeni, özellikle ruh ikizleri bir araya geldiğinde, neler olabileceği konusunda sizlere küçük bir resim sunmaktı. Ama ruhların birbirleriyle ilişkileri sadece bu şekilde değildir; ruh ikizlerine ek olarak, ruh eşleri ve karmik eşler de vardır.
Bulabildiğim kaynakların birçoğunda ortak bilgi olarak şöyle açıklanıyordu:
“Evren ve ruhlar yaratıldığında [ya da Öz’den koptuklarında] geri dönüşlerini sağlayacak ruhsal tekamül sürecinde deneyimlerini güçlendirebilmek için ikiye ayrıldılar ve androjen [çift cinsiyetli] yapılarını bozarak bir yarı eril, diğer yarı dişil enerjiye bölündü. [Öz’den kopuş sırasında] ruhlar 16’lı gruplar halinde dağıldı ve bu gruplara ruhsal aile dendi. Bu gruplar, ruh ikizleri hariç olmak üzere, genellikle reenkarnasyonlarında birlikte bedenlenirler ve bu süreçte farklı rollere bürünürler; örneğin, birinin yaşamında babası, kardeşi, yakın arkadaşı olan biri, bir başka yaşamında eşi, çocuğu vs. olabilir. Bir ruhsal gruptaki üyelerin ruhsal titreşimleri birbirine çok yakındır ve seviye bazında düşünülürse, ruh ikizinin hemen altında benzer ruhlar yer alır. Birbirine yakın titreşimlerde seyreden ruhlaraysa ruh eşi adı verilir.”
Ruh İkizleri
Güvenilir bir kaynak olarak değerlendirdiğim www.astrostar.com, bu kavramı şu şekilde açıklıyor:
“Bu kesinlikle nihai bilgi değildir. Diğer kaynaklardan sürekli olarak gelmeye devam eden yeni bilgiler vardır. 2000’lerin ortalarından beri aşırı bir bilgi yüklenmesi görüyoruz. Ruh ikizleri önemli bir konu ve çok fazla görüş var. Bu konuda sayısız kitap yazılıyor. Hipnoterapistler, psişikler, kanallar ve diğerlerinin, şimdilerde ruh eşi bilgilerine ulaşmalarına “izin veriliyor.” [Evrensel Akaşik Kayıtlar’dan söz ediliyor.] İkiz ruhların gerçeklikten ziyade bir kavram olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Araştırmaya katılarak ruh ikizi olduklarını iddia edenlerle ilgili kesin kanıtlar yok. Çoğu muhtemelen değil…
Yine araştırmalarımla ilgili bulduğum bazı kaynaklarda, 2012 yılı yaklaşırken ruh ikizleri karşılaşmalarının bütün dünyada çoğaldığı yönünde bilgilere rastladım.
DerKi forumda sevgili Kocayürek bu konuya değinirken tarihten birkaç örnek vermişti: Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun gibi. Ne var ki bana kalırsa hem Kerem’in hem de Mecnun’un durumları farklıydı. Gerçi bunlar efsaneleşmiş hikayeler ve gerçeklikleri tartışılır, ancak gerçek olduklarını varsayarak yakından bakarsak, ilk incelemede ruh ikizleriymiş izlenimi verdikleri doğrudur. Ancak… ruh ikizlerinin fiziksel dünyada bir araya gelişinde önemli bir ruhsal nedenin varlığı göze çarpar ve ruh ikizlerinin gerçek bir birliktelik yaşadığı neredeyse hiç görülmemiştir. Amaç, ya gerçekleşemeyen birliktelikle kendi ruhsal gelişimlerini hızlandırmak ya da insanlığa önemli bir ruhsal ders oluşturmak olabilir; bu açıdan Romeo ve Jüliet ne kadar hayali olsa da, aslında daha isabetli bir ruh ikizi örneği gibi görünmektedir. Buna ek olarak, ikizlerin bir araya gelişinde, insanlığa bırakılması gereken önemli bir mesajın ortaya konması da yatabilir ve dahası, ikizler zaman zaman aynı cinsiyete de sahip olabilir, çünkü bir araya gelişlerindeki amaç asla seks değildir. Kişisel olarak, buna en güzel örneği Rumi’yle Şems olarak verebiliriz diye düşünüyorum, çünkü ilişkilerini, dostluklarını, birbirlerine yakınlıklarını ve bu yakınlıktan insanlığa kalan mirası düşününce, gerçekte ruh ikizi olduklarını tahmin ediyorum.
Karmik Eşler
Kendi örneğimi anlatırken belirttiğim gibi, daha önceki yaşamlarında bir şekilde aralarında karmik borç oluşan ruhlar, bu borçların ödenmesi, diğer bir deyişle enerjilerin dengelenmesi için fiziksel dünyada bir araya gelip belli bir süre birlikte kalabilirler. Bu gerçek bir ilişki değil, kişilerin hayatlarında gerçek, nitelikli ilişkiler yaşamaları için borçların veya karmik “çapakların” temizlenmesini sağlayan geçici bir ilişkidir. Bir insanın sayısız karmik eşi olabilir (olmaması daha iyidir, çünkü bu dönemde bedenlenene kadar karmik borçların temizlenmiş olması tercih edilir) ve ruh eşi olarak tanımlanabilecek biriyle anlamlı, kalıcı bir ilişki yaşamadan önce bu borçların hepsinin temizlenmesi gerekir. İyi haber şu ki ruhsal enerji ve bilinçaltında ciddi travmalara neden olan karmik borçlar dışında, bu dönemde karmalar sıfırlanmış durumda.
Ruh Eşleri
Aşk ve cinsellik deneyimiyle ruhsal açıdan gelişmek için ihtiyaç duyduğumuz ilişkileri yaşayacağımız asıl ruhlar bunlardır ve insanın sadece bir tane ruh ikizi varken, birden fazla ruh eşi bulunur. Kendi hayatımdan örnek vermem gerekirse, üniversite yıllarımda beş yıldan uzun süre birlikte olduğum kız arkadaşımın daha önceki reenkarnasyonlarımdan birinde annem olduğunu öğrenmiştim ve gördüğü bir rüya üzerine bu bilgiyi kendisi de doğrulamıştı. Bu hayatımızda bir araya gelişimizde onun dersi ve nedeni, benim o dönemde iyice dağılmış olan hayatıma çekidüzen vermeme yardımcı olmak, sosyal ortama geri dönmemi sağlamaktı; benimkiyse, onun özgüvenini geliştirmekti. İkimiz de derslerimizi ve görevlerimizi tamamladığımızda, yollarımız ayrıldı.
Aynı şekilde, hemcins olan yakın arkadaşlar veya kardeşler de ruh eşi olabilirler. Önemli olan, ruh eşlerinin birbirlerinin ruhsal gelişimlerine ve aydınlanmalarına yardımcı olmalarıdır. Yine kendimden örnek verirsem, hayatımdaki ruh eşlerimden biri de kardeşimdir.
Buna ek olarak, bir de ruh tipleri vardır.
2012: You Have A Choice (2012: Bir Seçeneğiniz Var) adlı kitaplarında konuya bütün bir bölüm ayıran Sri Ram Kaa ve Kira Raa (insanlığa ruhsal bir mesaj vermek için enerjilerini birleştiren ruh ikizlerine güzel bir örnek), ruh tipleriyle ilgili şunları söylüyorlar:
“Dört ruh tipi vardır:
“Union (Birlik): Bir olarak doğmuş ruhlar. Atlantis deneyiminin sonunda ayrılmışlar, tam anlamıyla ikiye bölünmüşlerdir. Yeniden birleşmek için ruhlarının diğer yarısını ararlar. Diğer yarılarını bulana kadar çok sayıda evlilik gerçekleştirebilirler. Diğer yarılarıyla geçirdikleri hayatı belirgin şekilde hatırlayabilirler.
“Omni: Bütün deneyim yoğunluklarında bir olarak kalmayı başaran ruhlar. Bir eşe ihtiyaç duymadan kendilerini tam hissederler ve daima İlahi boyutla bağlantıdadırlar; ancak, ilerleyen yaşlarına kadar bu bağlantının farkına varamayabilirler. Kendilerinin farkına varana kadar, genellikle umursamaz, bencil, ilişkilerini kolay bitiren insanlar olarak algılanırlar.
“İkili: Tam bir ruh olarak doğan ama İlahi bir karşılıkları olan (ruh ikizine benzer şekilde) ruhlardır. Union’dan farklı olarak, karşılıklarıyla bir araya geldiklerinde İlahi birliği daha güçlü hissederler. Sık sık Union’la karıştırılan İkili ruhlar, sürekli olarak “kozmik ikizlerini” ararlar ve bulduklarında, fiziksel açıdan bile benzer görünebilirler. Ancak, tıpkı Omni gibi, karşılıklarını bulmadan da dünyevi tatmine ulaşabilirler.
“Çok ifadeli: Işığın birçok ifadesini barındıran ve bütün ifadeleri birleştirmeyi amaçlayan ruhlar. Tek ruh olarak doğmuşlardır ve kendilerini birçok şekilde ifade etmeye yeteneğine sahiptirler. Çok ifadeli ruhlar, bütün ifadelerini olabildiğince fazla sayıda deneyime yaymaya çalışırlar.”
Ayrıca, yine aynı kitaplarında, yazarlar şu tabloyu veriyorlar:
Ruh Tipi Özellikler En İyi İlişki
Union Yeniden birleşmeyi arar Union
Birçok ilişki yaşar
Karşılaştığında birbirini “tanır”
Omni Yalnız hissetmemek ister Omni
Mesafeli veya soğuk algılanır Çok ifadeli
Tanrı’yla huzur bulur
İkili Kendisini arar İkili
Tek başına tamdır Union
Ortaklıkta daha iyidir
Çok ifadeli Çok çeşitli deneyimler arar Çok ifadeli
Çok sayıda eşten hoşlanır Omni
Bütünleşmeye önem verir
Yazımı bitirirken, anlamlı bir ilişki yaşamak veya ruh eşinizi bulmak konusunda Ramtha’nın bir sözünü hatırlatmak istiyorum:
“Hepiniz ideal eşi istiyorsunuz. Hepiniz onu arıyorsunuz. Peki, ideal eş olup olmadığınızı önce kendinize soruyor musunuz?”
Herkesin yaşamı ışık ve sevgiyle dolsun…
Üniversite yıllarımdan itibaren metafizikle yakından ilgilenmeye başlamış olmama rağmen, eş ruhlar veya ruh ikizi kavramları pek ilgimi çekmemişti. Ancak, ben de birçokları gibi beni tamamlayacak bir eşim olduğunu hissediyor ve onu arıyordum. Sanırım onlarla daha derin ve içerikli dostluklar kurabildiğimden olsa gerek, arkadaşlarımın çoğu karşı cinstendir ve bugüne dek kaç kadınla duygusal bir yakınlaşma yaşadığımı bilmiyorum. Yine de, hep “o”nu aramaya devam ettim; kim olduğunu bile bilmeden, sadece oralarda bir yerlerde olduğunu, günün birinde hayatıma girerek içimdeki boşluğu dolduracağını, o belirsiz arayışı sona erdireceğini hissederek…
Sonunda, 2000 yılının sonunda, henüz MSN Messenger’ın olmadığı, ICQ’ların pek tutulup yayılmadığı, insanların MIRC üzerinden “chat”leştiği bir dönemde, Filipinli bir hanımla tanıştım. 13 ay boyunca her gün yazışmamıza karşın, ona evlenme teklif ettiğimde tanışalı daha on beş gün olmuştu. Hatta daha ilk konuşmamızda, ikimiz de farkında olmadan ne yöne gideceğimiz konusunda birbirimize işaretler vermiştik; bunlar “söyleyene değil, söyletene bak” dedirtecek şeylerdi ve ikimiz de farkındaydık ki bizi bir araya getiren şey kaderdi.
2002 yılı başında Filipinler’e gittim, orada evlendik ve bir yıla yakın orada yaşadık. Sonrasında bazı ekonomik şartlar nedeniyle birlikte Türkiye’ye döndük. 2005 yılında bir oğlumuz oldu. Ve ortalama bir evli çiftin yapacağı gibi güzelliklerle, tartışmalarla, tuz biberle örülmüş bir şekilde yaşamımıza devam ettik.
Farkında olmadığımız şey, bu evliliğin ikimizi de tüketmeye başladığıydı! Tükenmemizin nedeni, birbirimizi sevmememiz ya da saygı duymamamız filan değildi; sonrasında bunlar da gelmeye başladı ama asıl neden, bir araya geliş nedenimizi yanlış anlamamızdı! Eşimle yedi yıl evli kaldıktan sonra, onun gerçekte karmik eşim olduğunu ve onunla ruhsal bir hesabı temizlemem gerektiğini keşfettim. Sorunun ve karmik borcun kaynağını öğrendiğimde (birtakım parapsişik yöntemler kullanarak, meditasyonlardan ve rüyalardan yararlanarak), doğru cevapları bulmak daha da zordu ama şimdilerde ikimizin de hayatlarımızın gidişatına baktığımda, doğruyu yaptığımıza inancım giderek artıyor.
Peki, bu uyanış, bu irkiliş ve bu ayrılık nasıl başladı?
Ben kendimi bildim bileli hep sanatla uğraştım; 3 yaşımda resimle başlayarak, plastik sanatlar dışında sanatın uğraşmadığım dalı neredeyse kalmadı. Sonunda da MSÜ Güzel Sanatlar’dan mezun oldum.
Oysa evliliğim süresince bunların hepsinden uzaklaşmıştım! Yedi yıl boyunca ne resim yaptım, ne bir şey yazdım, ne şiirlerle ilgilendim, ne elime gitar aldım… Hatta metafizikten ve spiritüelizmden bile uzaklaştım. Diğer bir deyişle, beni tanımlayan şeylerden kaçtım! Bunun doğal bir getirisi olarak da, kendimden uzaklaşmaya, kendimi kaybetmeye, yaşamı kaçırmaya başladım. Yaptığım tek şey, hayatımı kazanmak için kitap çevirmek ve geri kalan zamanlarımda bilgisayar oyunlarına ya da filmlere gömülmekti. Zihin ve sanat adına hiçbir şey üretmiyordum!
Bir terslik olduğunun farkındaydım ama ne yapılması gerektiğini bilemiyor, durumu düzeltmek için kendimde gerekli gücü bulamıyordum. Sonuçta bir çocuğum vardı, eşim ülkesinden uzakta bana muhtaç durumdaydı ve elbette ki sorumluluğunu bilen biri böyle bir durumda arkasını dönüp gidemezdi.
Dahası, eşim iyice bana bağımlı hale gelmiş, kendisi de hayattan zevk alamaz olmuştu ve neredeyse hiçbir şey paylaşamıyorduk. Son üç yıldır birlikte yaptığımız çok az şey hatırlıyorum.
Çok geçmeden karşılıklı suçlamalar, kırgınlıklar ve öfke birikmeye başladı. Ayrılma noktasına gelene kadar asla birbirimize bağırıp çağırdığımızı hatırlamıyorum; ikimizin de yapısı buna müsait değildi. Ama sonunda öyle bir noktaya ulaştık ki patlamalar kaçınılmaz oldu.
Ve şimdi geri dönüp baktığımda, bunun en önemli nedeninin, ilişkimizin amacını doğru algılayamamak olduğunu düşünüyorum. İşte bu yüzden ilişki türlerinin ve ruh yapılarının bilinmesi gerektiğine inanıyorum.
Ekim 2008’de bir gece ellerimi açıp dua ettim ve Yaradan’a bana bir çözüm göstermesi için yalvardım. O’nun hepimiz adına her şeyin en iyisini bildiğine her zaman inanmışımdır ve bu yüzden, hayat karşıma ne çıkaracaksa, yüzleşmeye hazırdım.
O gece, tuhaf bir rüya gördüm. Kızkardeşim, ailem ve yakın arkadaşlarımla birlikte bir restoranda yemek yiyorduk. Ben bir ara kalkıp lavaboya gittim ama döndüğümde kimse beni görmüyordu: Kardeşim ve iki arkadaşım dışında. Kardeşim bana baktı ve “Ağabey, sana ne oldu böyle? Hayalet olmuşsun?” dedi.
Aynaya dönüp baktım. Kendimi göremiyordum! O zaman öldüğümü anlamıştım. Hay aksi, diye düşündüm. Şimdi zamanı mıydı? Daha yapacak çok şeyim vardı. Üstelik oğlumun büyüdüğünü bile göremedim.
Uyandığımda, Uzak Doğu mistisizmini yakından bilen biri olarak, rüyamla ilgili iki yorumum olmuştu: Birincisi, çok büyük bir değişim yaşayacaktım. O kadar ki etrafımdaki herkes – görünüşe bakılırsa kardeşim ve o iki arkadaşım dışında – beni tanımakta zorlanarak, tanıdıkları Selim’in öldüğüne karar vereceklerdi. Ve ikincisi, daha doğrudan bir mesajla, rüyam bana şöyle diyordu: Hayat gelip geçici, zaman az, bir an önce uyan ve yapman gerekenleri yap!
Bu yakarışımdan kısa süre sonra, 29 Ekim’de, facebook’ta bir hanımla tanıştım. Kendiliğinden gelişen bir şekilde yazışmaya başladık ama ikimizin de kafasında herhangi bir yakınlaşma düşüncesi yoktu. İkimiz de kelimelerle oynamayı seviyorduk, ikimiz de seviyeli insanlardık ve sadece karşılıklı yazarlık şovları yapıyorduk. Bu daha çok bir oyun gibiydi. Ama ikimizin de dikkatini çeken bir şey oldu: Bir yazar olarak, kendime has ifadeler kullanırım ve bir tarzım vardır. Sanatta bu tür şeyleri taklit etmek de kolay değildir, çünkü doğal olmadığı takdirde sırıtır. Oysa biz neredeyse aynı sözcükleri kullanıyorduk; o kadar ki sanki birimizin yazdığını öbürü okurken, kendi yazdığını okuyor gibi oluyordu.
Çok geçmeden, MSN’den de görüşmeye başladık. Durum daha da tuhaflaştı: Birbirimizin düşüncelerini, sözlerini tamamlamaya, birimiz daha sormadan öbürümüz cevap vermeye başlamıştık. Ne olup bittiğini bilmiyorduk ama kesin olan, aramızda sıra dışı bir bağ olduğuydu. Ve ikimiz de işin içinde yatan şeyi öğrenmeye istekliydik.
Neyse, uzatmayayım, kısa süre sonra ruhsal frekanslarımızın çok yakın olduğunu anladık. Sonrasında olayların gelişimiyle evliliğim bitti ve ben yaşamda izlemem gereken yola, “dharma”ma geri döndüm. Yanlış anlamayın, evliliğim onunla birlikte olmam yüzünden bitmedi! Öyle bir şey olmadı da zaten, çünkü tahmin edilenin aksine, ruh ikizlerinin bir araya gelme nedeni, birçok kaynakta da belirtildiği gibi, “sonsuza dek mutlu yaşadılar” şeklinde bir hikaye yaratmak değildir. Gerçek şu ki fiziksel dünyada bir araya gelip, sabaha kadar sohbet ederek geçirdiğimiz bir gecenin sonunda bir daha onu görmedim. Onun hayatıma giriş nedeni buydu: Beni ait olduğum yola geri döndürmek. Ve bunu yapmıştı.
Ama bir araya gelişimizin bana kazandırdığı enerji inanılmazdı. Yedi yıllık uyku halimi üzerimden attım ve hayata dört elle sarıldım. Sanatıma ve metafiziğe geri döndüm. Onunla karşılaşmamdan ve eşimle ayrılık sürecine girmemizden bir süre sonra, hayatıma girip çıkan kadınların sayısı çok arttı. Her seferinde karşımdaki kişi başlatıyordu ilişkiyi, her seferinde kısa sürüyordu ve her seferinde benden bir şeyler kopardığını sanırken aslında çok önemli şeyler bırakarak ve beni biraz daha doğru kişiye hazırlayarak (o zaman için bilmiyordum elbette) gidiyordu. Ve sonunda, bundan yaklaşık bir yıl önce, şimdi kalbimin sahibi olan, birçok ortak noktayı paylaştığımız dünya tatlısı eşimle tanıştım ve görebildiğim kadarıyla bu insan da benim ruh eşim. Sonrasında da birçok şey kendiliğinden akmaya başladı, çünkü “dharma”nıza teslim olduğunuzda olacak olan budur.
Konudan uzaklaşmayalım. Bunları anlatmamın nedeni, özellikle ruh ikizleri bir araya geldiğinde, neler olabileceği konusunda sizlere küçük bir resim sunmaktı. Ama ruhların birbirleriyle ilişkileri sadece bu şekilde değildir; ruh ikizlerine ek olarak, ruh eşleri ve karmik eşler de vardır.
Bulabildiğim kaynakların birçoğunda ortak bilgi olarak şöyle açıklanıyordu:
“Evren ve ruhlar yaratıldığında [ya da Öz’den koptuklarında] geri dönüşlerini sağlayacak ruhsal tekamül sürecinde deneyimlerini güçlendirebilmek için ikiye ayrıldılar ve androjen [çift cinsiyetli] yapılarını bozarak bir yarı eril, diğer yarı dişil enerjiye bölündü. [Öz’den kopuş sırasında] ruhlar 16’lı gruplar halinde dağıldı ve bu gruplara ruhsal aile dendi. Bu gruplar, ruh ikizleri hariç olmak üzere, genellikle reenkarnasyonlarında birlikte bedenlenirler ve bu süreçte farklı rollere bürünürler; örneğin, birinin yaşamında babası, kardeşi, yakın arkadaşı olan biri, bir başka yaşamında eşi, çocuğu vs. olabilir. Bir ruhsal gruptaki üyelerin ruhsal titreşimleri birbirine çok yakındır ve seviye bazında düşünülürse, ruh ikizinin hemen altında benzer ruhlar yer alır. Birbirine yakın titreşimlerde seyreden ruhlaraysa ruh eşi adı verilir.”
Ruh İkizleri
Güvenilir bir kaynak olarak değerlendirdiğim www.astrostar.com, bu kavramı şu şekilde açıklıyor:
“Bu kesinlikle nihai bilgi değildir. Diğer kaynaklardan sürekli olarak gelmeye devam eden yeni bilgiler vardır. 2000’lerin ortalarından beri aşırı bir bilgi yüklenmesi görüyoruz. Ruh ikizleri önemli bir konu ve çok fazla görüş var. Bu konuda sayısız kitap yazılıyor. Hipnoterapistler, psişikler, kanallar ve diğerlerinin, şimdilerde ruh eşi bilgilerine ulaşmalarına “izin veriliyor.” [Evrensel Akaşik Kayıtlar’dan söz ediliyor.] İkiz ruhların gerçeklikten ziyade bir kavram olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Araştırmaya katılarak ruh ikizi olduklarını iddia edenlerle ilgili kesin kanıtlar yok. Çoğu muhtemelen değil…
- Fiziksel görünüşün ruh ikizliğiyle neredeyse hiç ilgisi yoktur. Birçoğu birbirinin zıttı gibi görünebilir; esmerle sarışın, mavi göz/kahverengi göz, iri kemikli/ince kemikli gibi. Ama birbirine benzeyen ikiz ruhlar, gerçekten ikiz gibi görünürler. Şimdiye kadar incelenen tüm örneklerde, ikizlerin aynı soysal kökenden geldiği gözlemlenmiştir.
- Görünüşe bakılırsa, ikizlerin birçoğunun öz burçları aynı elementtedir. [Hava-hava, su-su gibi. Ancak bu bir kural değildir.]
- Üç önemli burç (öz, yükselen ve ay) aynı elementtendir veya uyumludur. Birinde iki ateş ve bir hava varsa, diğer kişide de durum budur. Birinde toprak varken diğerinde yoksa, ikiz olma olasılıkları düşüktür.
- Yükselen burçların yönetenleri aynı element (olabilir).
- Birinin ayı, diğerinin doğum haritasıyla ortaktır.
- Şunlardan biri şimdiye dek başlıca kurallardan biri olarak saptanmıştır: Güneş, diğerinin ayıyla birleşir; aylar aynı elementtedir veya aylar aynı burçtadır.
- İkiz Ruhlar, birbirinin doğum haritasında güneş/ay orta noktasına kişisel bir gezegen girdiğinde karşılaşır.
- Bir kişinin doğum haritasındaki birçok gezegen, diğerinin doğum haritasındakilerle açı oluşturur.
- Ruh ikizlerinin doğum günlerinde genellikle 6, 9, 15, 24, 27 sayılarına rastlanmakta, ikiz ruhlar genellikle bugünlerden birinde bir araya gelmektedir.
- İkiz ruh ilişkileri genellikle kısa ömürlüdür. Buna neden olarak gözlemlenen şeyler şöyle sıralanabilir: Ölüm, birbirinin aynası olmanın yarattığı yoğunluktan doğan patlayıcılık, ikizlerden birinin veya her ikisinin de ruhsal açıdan yeterince olgunlaşmış olmaması ve en büyük sıklıkla, süren bir ilişkileri veya evlilikleri olması.”
Yine araştırmalarımla ilgili bulduğum bazı kaynaklarda, 2012 yılı yaklaşırken ruh ikizleri karşılaşmalarının bütün dünyada çoğaldığı yönünde bilgilere rastladım.
DerKi forumda sevgili Kocayürek bu konuya değinirken tarihten birkaç örnek vermişti: Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun gibi. Ne var ki bana kalırsa hem Kerem’in hem de Mecnun’un durumları farklıydı. Gerçi bunlar efsaneleşmiş hikayeler ve gerçeklikleri tartışılır, ancak gerçek olduklarını varsayarak yakından bakarsak, ilk incelemede ruh ikizleriymiş izlenimi verdikleri doğrudur. Ancak… ruh ikizlerinin fiziksel dünyada bir araya gelişinde önemli bir ruhsal nedenin varlığı göze çarpar ve ruh ikizlerinin gerçek bir birliktelik yaşadığı neredeyse hiç görülmemiştir. Amaç, ya gerçekleşemeyen birliktelikle kendi ruhsal gelişimlerini hızlandırmak ya da insanlığa önemli bir ruhsal ders oluşturmak olabilir; bu açıdan Romeo ve Jüliet ne kadar hayali olsa da, aslında daha isabetli bir ruh ikizi örneği gibi görünmektedir. Buna ek olarak, ikizlerin bir araya gelişinde, insanlığa bırakılması gereken önemli bir mesajın ortaya konması da yatabilir ve dahası, ikizler zaman zaman aynı cinsiyete de sahip olabilir, çünkü bir araya gelişlerindeki amaç asla seks değildir. Kişisel olarak, buna en güzel örneği Rumi’yle Şems olarak verebiliriz diye düşünüyorum, çünkü ilişkilerini, dostluklarını, birbirlerine yakınlıklarını ve bu yakınlıktan insanlığa kalan mirası düşününce, gerçekte ruh ikizi olduklarını tahmin ediyorum.
Karmik Eşler
Kendi örneğimi anlatırken belirttiğim gibi, daha önceki yaşamlarında bir şekilde aralarında karmik borç oluşan ruhlar, bu borçların ödenmesi, diğer bir deyişle enerjilerin dengelenmesi için fiziksel dünyada bir araya gelip belli bir süre birlikte kalabilirler. Bu gerçek bir ilişki değil, kişilerin hayatlarında gerçek, nitelikli ilişkiler yaşamaları için borçların veya karmik “çapakların” temizlenmesini sağlayan geçici bir ilişkidir. Bir insanın sayısız karmik eşi olabilir (olmaması daha iyidir, çünkü bu dönemde bedenlenene kadar karmik borçların temizlenmiş olması tercih edilir) ve ruh eşi olarak tanımlanabilecek biriyle anlamlı, kalıcı bir ilişki yaşamadan önce bu borçların hepsinin temizlenmesi gerekir. İyi haber şu ki ruhsal enerji ve bilinçaltında ciddi travmalara neden olan karmik borçlar dışında, bu dönemde karmalar sıfırlanmış durumda.
Ruh Eşleri
Aşk ve cinsellik deneyimiyle ruhsal açıdan gelişmek için ihtiyaç duyduğumuz ilişkileri yaşayacağımız asıl ruhlar bunlardır ve insanın sadece bir tane ruh ikizi varken, birden fazla ruh eşi bulunur. Kendi hayatımdan örnek vermem gerekirse, üniversite yıllarımda beş yıldan uzun süre birlikte olduğum kız arkadaşımın daha önceki reenkarnasyonlarımdan birinde annem olduğunu öğrenmiştim ve gördüğü bir rüya üzerine bu bilgiyi kendisi de doğrulamıştı. Bu hayatımızda bir araya gelişimizde onun dersi ve nedeni, benim o dönemde iyice dağılmış olan hayatıma çekidüzen vermeme yardımcı olmak, sosyal ortama geri dönmemi sağlamaktı; benimkiyse, onun özgüvenini geliştirmekti. İkimiz de derslerimizi ve görevlerimizi tamamladığımızda, yollarımız ayrıldı.
Aynı şekilde, hemcins olan yakın arkadaşlar veya kardeşler de ruh eşi olabilirler. Önemli olan, ruh eşlerinin birbirlerinin ruhsal gelişimlerine ve aydınlanmalarına yardımcı olmalarıdır. Yine kendimden örnek verirsem, hayatımdaki ruh eşlerimden biri de kardeşimdir.
Buna ek olarak, bir de ruh tipleri vardır.
2012: You Have A Choice (2012: Bir Seçeneğiniz Var) adlı kitaplarında konuya bütün bir bölüm ayıran Sri Ram Kaa ve Kira Raa (insanlığa ruhsal bir mesaj vermek için enerjilerini birleştiren ruh ikizlerine güzel bir örnek), ruh tipleriyle ilgili şunları söylüyorlar:
“Dört ruh tipi vardır:
“Union (Birlik): Bir olarak doğmuş ruhlar. Atlantis deneyiminin sonunda ayrılmışlar, tam anlamıyla ikiye bölünmüşlerdir. Yeniden birleşmek için ruhlarının diğer yarısını ararlar. Diğer yarılarını bulana kadar çok sayıda evlilik gerçekleştirebilirler. Diğer yarılarıyla geçirdikleri hayatı belirgin şekilde hatırlayabilirler.
“Omni: Bütün deneyim yoğunluklarında bir olarak kalmayı başaran ruhlar. Bir eşe ihtiyaç duymadan kendilerini tam hissederler ve daima İlahi boyutla bağlantıdadırlar; ancak, ilerleyen yaşlarına kadar bu bağlantının farkına varamayabilirler. Kendilerinin farkına varana kadar, genellikle umursamaz, bencil, ilişkilerini kolay bitiren insanlar olarak algılanırlar.
“İkili: Tam bir ruh olarak doğan ama İlahi bir karşılıkları olan (ruh ikizine benzer şekilde) ruhlardır. Union’dan farklı olarak, karşılıklarıyla bir araya geldiklerinde İlahi birliği daha güçlü hissederler. Sık sık Union’la karıştırılan İkili ruhlar, sürekli olarak “kozmik ikizlerini” ararlar ve bulduklarında, fiziksel açıdan bile benzer görünebilirler. Ancak, tıpkı Omni gibi, karşılıklarını bulmadan da dünyevi tatmine ulaşabilirler.
“Çok ifadeli: Işığın birçok ifadesini barındıran ve bütün ifadeleri birleştirmeyi amaçlayan ruhlar. Tek ruh olarak doğmuşlardır ve kendilerini birçok şekilde ifade etmeye yeteneğine sahiptirler. Çok ifadeli ruhlar, bütün ifadelerini olabildiğince fazla sayıda deneyime yaymaya çalışırlar.”
Ayrıca, yine aynı kitaplarında, yazarlar şu tabloyu veriyorlar:
Ruh Tipi Özellikler En İyi İlişki
Union Yeniden birleşmeyi arar Union
Birçok ilişki yaşar
Karşılaştığında birbirini “tanır”
Omni Yalnız hissetmemek ister Omni
Mesafeli veya soğuk algılanır Çok ifadeli
Tanrı’yla huzur bulur
İkili Kendisini arar İkili
Tek başına tamdır Union
Ortaklıkta daha iyidir
Çok ifadeli Çok çeşitli deneyimler arar Çok ifadeli
Çok sayıda eşten hoşlanır Omni
Bütünleşmeye önem verir
Yazımı bitirirken, anlamlı bir ilişki yaşamak veya ruh eşinizi bulmak konusunda Ramtha’nın bir sözünü hatırlatmak istiyorum:
“Hepiniz ideal eşi istiyorsunuz. Hepiniz onu arıyorsunuz. Peki, ideal eş olup olmadığınızı önce kendinize soruyor musunuz?”
Herkesin yaşamı ışık ve sevgiyle dolsun…
Allah, Yaratılış ve Mikro İnsanlar
(will be added in English)
Üniversite yıllarımda yoğun bir arayış içindeydim. Bize öğretilen İslam doktrini ile ruhen, psikolojik ve zihinsel olarak kabullenebileceğim İslam felsefesi arasında korkunç fark vardı ve Tanrı'dan korkmak yerine O'na aşkla, huşuyla bağlanmak ihtiyacında olan ben, sonunda "Eğer etrafımdaki bu insanlar Müslüman ise, demek ki ben değilim," demeye başlamıştım.
Daha üç yaşımdayken, anneme bir soru sorardım ve cevabını alamadığım için çok sinirlenirdim: "Anne, bizi Allah baba yarattı, değil mi?" "Evet." "Bizim her şey için O'na ihtiyacımız var, değil mi?" "Evet." "Ama O'nun bize ihtiyacı yok, değil mi?" "Evet." Şimdi, çocuk mantığımla düşünüyorum: Yahu, Tanrı ya da insan, fark etmez, bir varlık ya da güç ihtiyaç duymadığı, hatta belki kendisine ayak bağı olacak bir şeyi neden yaratır ki? "E anne, Allah baba bizi neden yarattı o zaman?" Tabii ki cevap yok, çünkü o da bilmiyor.
Daha üç yaşımdayken varoluşun, yaratılışın kaynağını sorgulayan ben, bu soruların cevaplarını çok uzun yıllar sonra, spiritualizm ile tanıştığımda okuduğum kitaplardan aldım. Çünkü hayatım boyunca Tanrı ile ilgili karşılaştığım en mantıklı açıklama şuydu (yanlış hatırlamıyorsam Ramtha serisinde okumuştum): "Tanrı bir zamanlar öz enerji olarak sadece 'olmak' idi. Kendini deneyimleyemiyordu. Bunun için kendini sayısız parçalara ayırdı ve tüm bu zerrelerden galaksiler, sistemler, yıldızlar, gezegenler, gezegenlerin üzerindeki canlılar ve dolayısıyla insanlar oluşarak fiziksel bir boyut kazandı. Ama bu zerreler fiziksel boyuta inmek için titreşimlerini düşürmek zorunda kaldıklarından, zaman içinde gerçek kimliklerini unuttular ve O'na ulaşmak için sürekli tekrarlanan bir döngü içine girdiler." Ve Kuran'da da şöyle der: "Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz."
Kendim çevirdiğim ve Kozmik Kitaplar'dan yayınladığım "Evrenin Sevgi Bilinci" adlı kitapta ise çok daha basit, çok daha yalın ama çok daha etkileyici başka bir tanım vardı: "Sevgi, bir duygu değildir. Duygu olarak tanımladığımız öfke, nefret, aşk, istek gibi kavramların hepsi, sevginin farklı ifadeleridir. Sevginin kendisi Tanrı'dır."
İşte Tanrı bu kadar güzel tanımlanabilirdi. Dinlerin inançları ve Tanrı'ya ulaşma yolunu çarpıttığı böyle bir dünyada bunca insanın sevgisizlik sorunuyla karşılaşmasına şaşmamak gerek. Çünkü bugün özellikle Arap yarımadasındaki terörist gruplar sayesinde, Tanrı'yı bizi cezalandırmak için fırsat kollayan, inanç için doğru yolu izlemediğimiz takdirde (bu doğru yol anlayışının her dinden insanlar için farklı olması ve bunun başlı başına bir kargaşa yaratması önemli değil tabii) bizi Cehennem'e atmaya hazır bekleyen, sevap işledikçe bizi seven ve günah işledikçe bizden nefret eden (buna koşullu sevgi denir ve her şeyi bağışlayan Tanrı kavramına daha en başından terstir), her şeyin üzerinde yükselmiş bir "polis şefi" olarak tanıdık. Diğer yandan, Hıristiyan ve Musevi din adamları özellikle Müslümanları, Müslüman din adamları da onları cehennemlik sayarken, görünüşe bakılırsa Cennet bir hayli boş kalıyor, çünkü dünya nüfusunun dörtte üçünden fazlası bu dinlere mensup.
Arthur C. Clark'ın Rama serisinde çok doğru, yerinde ve ilginç bir soruyla karşılaşmıştım. Romanın astronot kahramanı Rama ile sürüklenerek kendini başka bir gezegende bulduğunda ve yine başka galaksilerden birinden toplanan akıllı canlı türlerinden biriyle karşılaştığında, sormak istediği ilk sorulardan biri şuydu: "Sizin din ve Tanrı kavramınız ne?"
Bizim gezegenimizde ise din adamlarının çoğu, sağ olsunlar, inançla ilgili en çok kargaşayı da onlar yaratıyorlar, bize şunu söylüyorlar: "Dünya'dan başka gezegende hayat yok; varsa da Kuran'da, İncil'de, Tevrat'ta geçmiyor." Onlara göre, Allah "binlerce alemin efendisiyim" derken, sadece bu gezegendeki alemleri kastetmiş; ruhlar alemi, böcekler alemi, hayvanlar alemi, insanlar alemi vs. Alem kelimesinin dünya anlamına gelmesinin ve genellikle ikinci kelimenin de başlı başına bir gezegeni ifade etmesinin yine bir önemi yok. O zaman geriye şöyle bir yargı kalıyor: Tanrı malzemelerini korkunç derecede israf eden bir tasarımcıymış, çünkü daha kendi güneş sistemimizin ucuna gidemezken bu kadar sayısız galaksi ve sistem yaratması çok saçma (tabii bu adamlar, gezegenlerin de kendi ruhsal benliği olabileceğini düşünmüyorlar).
Bundan birkaç yıl önce 2012 ve Nibiru gezegeninin dönüşüyle ilgili televizyonda katıldığım bir tartışma programında (ismi lazım değil), karşımıza bilim adamı diye oturtulan bazı yobazlara ciddi şekilde sinirlenmiştim. Bu adamlar (özellikle ismini hatırlayamadığım bir tanesi) sadece dünyada insan yaşamının (ve daha birçok canlı türünün), daha yüksek teknolojiye ve uygarlık seviyesine erişmiş başka gezegenlerden gelmiş zeki varlıklar tarafından başlatılmış olabileceği olasılığını asla kavrayamadıkları gibi, başka gezegenlerde yaşam olamayacağını da iddia ediyorlardı. Yine diğer bir iddialarına göre, dünya gezegeni ya da diğer adıyla Lady Gaia, cansızdı!
Bu adamlara ilk sorum şu oldu: "Şimdi, metafiziği ve spiritüalizmi bir kenara atalım ve sadece bilimsel yaklaşalım. Sizler bilim adamı olduğunuzu iddia ediyorsunuz. O halde şu sorularıma cevap verin: 1. Dünya organik midir, inorganik midir?" Tabii ki cevap "inorganik." "2. Taş organik midir, inorganik midir?" "İnorganik." "3. Toprak organik midir, inorganik midir?" "İnorganik." (İlginç bir yorum.) "4. Bitkiler organik midir, inorganik midir?" Cevap yok, çünkü nereye vardığımı anladılar. "5. İnorganik topraktan organik bitkilerin nasıl türediğini açıklayınız. Açıklayamıyorsanız, lütfen daha fazla saçmalamayınız."
Hemen ardından gelen ikinci sözel manevramda şunu vurguladım: "Bilim daima beş duyusuyla algılayabildiği, kanıtlayabildiği şeyleri kabul eder ve bunların ötesinde kalanların bir önemi yoktur. Bilim, 50'li yıllara kadar kızıl ötesi ışınları göremiyordu ve yeterli teknoloji seviyesine ulaşıldığında görebilmeye başladı. O zaman, evet, kızılötesi ışınlar var dedi. Jules Verne, Denizler Altında 20,000 Fersah'ı yazdığı zaman bilim adamları ona deli dedi. Ama teknoloji seviyesi yeterli olduğunda, denizaltılar hayatımızın bir gerçeğiydi. Kıssadan hisse, sayın uzmanlar: Bizler sanatçıyız, bizim işimiz hayal gücü, felsefe ve size göre 'manyakça' sorulardır. Ama biz sorularla yolu açarız ve siz bilim adamları, yavaş ilerleyen anlayışınızla bize yetişmeye uğraşırsınız. Dolayısıyla, bazı gerçekleri sizden asırlar önce söylemiş olan sanatçılar ve düşünürler 'geri zekalı çılgınlar' olurken, zaman içinde, aslında sizden ne kadar ileride olduğumuzu anlarsınız ama bunu kabul etmek pek işinize gelmez."
Ve üçüncü manevra: (İşte burası çok keyifliydi.) "İnsanoğlu, 20. yüzyılın başlarında uçmayı başardı ve yüzyılın ikinci yarısında, neredeyse yarım asır sonra, Ay'a gitti. Bugün, yani ilk resmi uçuştan yaklaşık yüz yıl sonra, Mars'a ve başka gezegenlere araç gönderebiliyoruz. Genetik bilimi sayesinde koyun klonlayabiliyoruz; insan klonlamış olduğumuza da bahse girerim. Üstelik, bilinen kayıtlı tarihimiz sadece 6,000 yıl. Şimdi bir uygarlık düşünün. Bizim kayıtlı tarihimiz gibi, hiç kesintiye, küresel çapta doğal felaketlere uğramamış, birbirini nükleer füzelerle kızartmamış olsun; böyle bir uygarlık sizce 20,000 yıl gibi bir sürede nasıl bir seviyeye gelebilir? İnsanoğlu olarak bizim 20,000 yıl sonra ne seviyede olabileceğimizi hayal etmeye çalışın; bilim adamları olarak hayal gücünü kullanmak sizin için zor, biliyorum ama yine de elinizden geleni yapın. Şimdi sorum şu: Böylesine gelişmiş bir uygarlık için başka bir gezegene gidip orada genetik olarak bir yaşam başlatmak çok zor mudur? Biz 20,000 yıl sonra böyle bir şey yapamaz mıyız? Böyle bir senaryonun gezegenimiz üzerinde gerçekleştiğine inanmak bu kadar mı zor?" Sessizlik. Homurdanmalar ama somut bir cevap yok. "Evet, zor," diye devam ettim, "çünkü insan egonuz bunu kabullenmenizi zorlaştırıyor. Evrendeki en gelişmiş canlı olduğumuza o kadar inanmışsınız ki dünya dışı bir uygarlığın gerçek kaynağımız olabileceğini kabullenemiyorsunuz."
Bu bilim adamlarından biri, işte bu noktada stratejik bir hata yaptı ve şöyle dedi: "Nibiru diye bir gezegenin bize yaklaştığını şimdiye dek öğrenirdik."
"O zaman biraz daha okuyun," dedim. "Çünkü NASA bundan daha birkaç ay önce, güneş sisteminde daha önce keşfedilmeyen bir gezegen daha olabileceğini açıkladı. Bilmiyorum, yoksa NASA'yı spiritüel kaçıklar mı yönetiyor?"
Neyse, muhabbet fazla uzadı ama sanırım ne demek istediğimi anladınız. Bu adamlar konuyu Masonların komplolarına, Evanjelistlerin dünya hakimiyeti planlarına bağlıyorlar (bu konuda hayal güçleri sıkı çalışıyor) ve bence kısmen haklı da olabilirler ama gelen şey her neyse, insanoğlu arasında grup, din veya ırk ayrımı yapacağını hiç sanmıyorum. İnsanlar "dünyanın sonu" kehanetleriyle ürküyorlar ama bunun sadece fiziksel boyutta korkutucu olduğunu, hepimiz ölsek bile sonunda çok daha güzel bir ortamda yeniden doğacağımızı anlamıyorlar. Şu ayrımı iyi yapmak gerek: Bizler, ruhları da olan fiziksel benlikler değiliz; bizler, fiziksel bedenlerde dünya yaşamını deneyimleyen ruhsal benlikleriz ve asla yok olamayız, ölemeyiz.
Bence Thea Alexander'ın ünlü klasiği M.S.2150'deki gibi bir değişim gerçekleşecekse, mikro insanın kendisini yok etmesinde bir sakınca yok. Hey, Dear Mr. President, after you, sir!
Üniversite yıllarımda yoğun bir arayış içindeydim. Bize öğretilen İslam doktrini ile ruhen, psikolojik ve zihinsel olarak kabullenebileceğim İslam felsefesi arasında korkunç fark vardı ve Tanrı'dan korkmak yerine O'na aşkla, huşuyla bağlanmak ihtiyacında olan ben, sonunda "Eğer etrafımdaki bu insanlar Müslüman ise, demek ki ben değilim," demeye başlamıştım.
Daha üç yaşımdayken, anneme bir soru sorardım ve cevabını alamadığım için çok sinirlenirdim: "Anne, bizi Allah baba yarattı, değil mi?" "Evet." "Bizim her şey için O'na ihtiyacımız var, değil mi?" "Evet." "Ama O'nun bize ihtiyacı yok, değil mi?" "Evet." Şimdi, çocuk mantığımla düşünüyorum: Yahu, Tanrı ya da insan, fark etmez, bir varlık ya da güç ihtiyaç duymadığı, hatta belki kendisine ayak bağı olacak bir şeyi neden yaratır ki? "E anne, Allah baba bizi neden yarattı o zaman?" Tabii ki cevap yok, çünkü o da bilmiyor.
Daha üç yaşımdayken varoluşun, yaratılışın kaynağını sorgulayan ben, bu soruların cevaplarını çok uzun yıllar sonra, spiritualizm ile tanıştığımda okuduğum kitaplardan aldım. Çünkü hayatım boyunca Tanrı ile ilgili karşılaştığım en mantıklı açıklama şuydu (yanlış hatırlamıyorsam Ramtha serisinde okumuştum): "Tanrı bir zamanlar öz enerji olarak sadece 'olmak' idi. Kendini deneyimleyemiyordu. Bunun için kendini sayısız parçalara ayırdı ve tüm bu zerrelerden galaksiler, sistemler, yıldızlar, gezegenler, gezegenlerin üzerindeki canlılar ve dolayısıyla insanlar oluşarak fiziksel bir boyut kazandı. Ama bu zerreler fiziksel boyuta inmek için titreşimlerini düşürmek zorunda kaldıklarından, zaman içinde gerçek kimliklerini unuttular ve O'na ulaşmak için sürekli tekrarlanan bir döngü içine girdiler." Ve Kuran'da da şöyle der: "Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz."
Kendim çevirdiğim ve Kozmik Kitaplar'dan yayınladığım "Evrenin Sevgi Bilinci" adlı kitapta ise çok daha basit, çok daha yalın ama çok daha etkileyici başka bir tanım vardı: "Sevgi, bir duygu değildir. Duygu olarak tanımladığımız öfke, nefret, aşk, istek gibi kavramların hepsi, sevginin farklı ifadeleridir. Sevginin kendisi Tanrı'dır."
İşte Tanrı bu kadar güzel tanımlanabilirdi. Dinlerin inançları ve Tanrı'ya ulaşma yolunu çarpıttığı böyle bir dünyada bunca insanın sevgisizlik sorunuyla karşılaşmasına şaşmamak gerek. Çünkü bugün özellikle Arap yarımadasındaki terörist gruplar sayesinde, Tanrı'yı bizi cezalandırmak için fırsat kollayan, inanç için doğru yolu izlemediğimiz takdirde (bu doğru yol anlayışının her dinden insanlar için farklı olması ve bunun başlı başına bir kargaşa yaratması önemli değil tabii) bizi Cehennem'e atmaya hazır bekleyen, sevap işledikçe bizi seven ve günah işledikçe bizden nefret eden (buna koşullu sevgi denir ve her şeyi bağışlayan Tanrı kavramına daha en başından terstir), her şeyin üzerinde yükselmiş bir "polis şefi" olarak tanıdık. Diğer yandan, Hıristiyan ve Musevi din adamları özellikle Müslümanları, Müslüman din adamları da onları cehennemlik sayarken, görünüşe bakılırsa Cennet bir hayli boş kalıyor, çünkü dünya nüfusunun dörtte üçünden fazlası bu dinlere mensup.
Arthur C. Clark'ın Rama serisinde çok doğru, yerinde ve ilginç bir soruyla karşılaşmıştım. Romanın astronot kahramanı Rama ile sürüklenerek kendini başka bir gezegende bulduğunda ve yine başka galaksilerden birinden toplanan akıllı canlı türlerinden biriyle karşılaştığında, sormak istediği ilk sorulardan biri şuydu: "Sizin din ve Tanrı kavramınız ne?"
Bizim gezegenimizde ise din adamlarının çoğu, sağ olsunlar, inançla ilgili en çok kargaşayı da onlar yaratıyorlar, bize şunu söylüyorlar: "Dünya'dan başka gezegende hayat yok; varsa da Kuran'da, İncil'de, Tevrat'ta geçmiyor." Onlara göre, Allah "binlerce alemin efendisiyim" derken, sadece bu gezegendeki alemleri kastetmiş; ruhlar alemi, böcekler alemi, hayvanlar alemi, insanlar alemi vs. Alem kelimesinin dünya anlamına gelmesinin ve genellikle ikinci kelimenin de başlı başına bir gezegeni ifade etmesinin yine bir önemi yok. O zaman geriye şöyle bir yargı kalıyor: Tanrı malzemelerini korkunç derecede israf eden bir tasarımcıymış, çünkü daha kendi güneş sistemimizin ucuna gidemezken bu kadar sayısız galaksi ve sistem yaratması çok saçma (tabii bu adamlar, gezegenlerin de kendi ruhsal benliği olabileceğini düşünmüyorlar).
Bundan birkaç yıl önce 2012 ve Nibiru gezegeninin dönüşüyle ilgili televizyonda katıldığım bir tartışma programında (ismi lazım değil), karşımıza bilim adamı diye oturtulan bazı yobazlara ciddi şekilde sinirlenmiştim. Bu adamlar (özellikle ismini hatırlayamadığım bir tanesi) sadece dünyada insan yaşamının (ve daha birçok canlı türünün), daha yüksek teknolojiye ve uygarlık seviyesine erişmiş başka gezegenlerden gelmiş zeki varlıklar tarafından başlatılmış olabileceği olasılığını asla kavrayamadıkları gibi, başka gezegenlerde yaşam olamayacağını da iddia ediyorlardı. Yine diğer bir iddialarına göre, dünya gezegeni ya da diğer adıyla Lady Gaia, cansızdı!
Bu adamlara ilk sorum şu oldu: "Şimdi, metafiziği ve spiritüalizmi bir kenara atalım ve sadece bilimsel yaklaşalım. Sizler bilim adamı olduğunuzu iddia ediyorsunuz. O halde şu sorularıma cevap verin: 1. Dünya organik midir, inorganik midir?" Tabii ki cevap "inorganik." "2. Taş organik midir, inorganik midir?" "İnorganik." "3. Toprak organik midir, inorganik midir?" "İnorganik." (İlginç bir yorum.) "4. Bitkiler organik midir, inorganik midir?" Cevap yok, çünkü nereye vardığımı anladılar. "5. İnorganik topraktan organik bitkilerin nasıl türediğini açıklayınız. Açıklayamıyorsanız, lütfen daha fazla saçmalamayınız."
Hemen ardından gelen ikinci sözel manevramda şunu vurguladım: "Bilim daima beş duyusuyla algılayabildiği, kanıtlayabildiği şeyleri kabul eder ve bunların ötesinde kalanların bir önemi yoktur. Bilim, 50'li yıllara kadar kızıl ötesi ışınları göremiyordu ve yeterli teknoloji seviyesine ulaşıldığında görebilmeye başladı. O zaman, evet, kızılötesi ışınlar var dedi. Jules Verne, Denizler Altında 20,000 Fersah'ı yazdığı zaman bilim adamları ona deli dedi. Ama teknoloji seviyesi yeterli olduğunda, denizaltılar hayatımızın bir gerçeğiydi. Kıssadan hisse, sayın uzmanlar: Bizler sanatçıyız, bizim işimiz hayal gücü, felsefe ve size göre 'manyakça' sorulardır. Ama biz sorularla yolu açarız ve siz bilim adamları, yavaş ilerleyen anlayışınızla bize yetişmeye uğraşırsınız. Dolayısıyla, bazı gerçekleri sizden asırlar önce söylemiş olan sanatçılar ve düşünürler 'geri zekalı çılgınlar' olurken, zaman içinde, aslında sizden ne kadar ileride olduğumuzu anlarsınız ama bunu kabul etmek pek işinize gelmez."
Ve üçüncü manevra: (İşte burası çok keyifliydi.) "İnsanoğlu, 20. yüzyılın başlarında uçmayı başardı ve yüzyılın ikinci yarısında, neredeyse yarım asır sonra, Ay'a gitti. Bugün, yani ilk resmi uçuştan yaklaşık yüz yıl sonra, Mars'a ve başka gezegenlere araç gönderebiliyoruz. Genetik bilimi sayesinde koyun klonlayabiliyoruz; insan klonlamış olduğumuza da bahse girerim. Üstelik, bilinen kayıtlı tarihimiz sadece 6,000 yıl. Şimdi bir uygarlık düşünün. Bizim kayıtlı tarihimiz gibi, hiç kesintiye, küresel çapta doğal felaketlere uğramamış, birbirini nükleer füzelerle kızartmamış olsun; böyle bir uygarlık sizce 20,000 yıl gibi bir sürede nasıl bir seviyeye gelebilir? İnsanoğlu olarak bizim 20,000 yıl sonra ne seviyede olabileceğimizi hayal etmeye çalışın; bilim adamları olarak hayal gücünü kullanmak sizin için zor, biliyorum ama yine de elinizden geleni yapın. Şimdi sorum şu: Böylesine gelişmiş bir uygarlık için başka bir gezegene gidip orada genetik olarak bir yaşam başlatmak çok zor mudur? Biz 20,000 yıl sonra böyle bir şey yapamaz mıyız? Böyle bir senaryonun gezegenimiz üzerinde gerçekleştiğine inanmak bu kadar mı zor?" Sessizlik. Homurdanmalar ama somut bir cevap yok. "Evet, zor," diye devam ettim, "çünkü insan egonuz bunu kabullenmenizi zorlaştırıyor. Evrendeki en gelişmiş canlı olduğumuza o kadar inanmışsınız ki dünya dışı bir uygarlığın gerçek kaynağımız olabileceğini kabullenemiyorsunuz."
Bu bilim adamlarından biri, işte bu noktada stratejik bir hata yaptı ve şöyle dedi: "Nibiru diye bir gezegenin bize yaklaştığını şimdiye dek öğrenirdik."
"O zaman biraz daha okuyun," dedim. "Çünkü NASA bundan daha birkaç ay önce, güneş sisteminde daha önce keşfedilmeyen bir gezegen daha olabileceğini açıkladı. Bilmiyorum, yoksa NASA'yı spiritüel kaçıklar mı yönetiyor?"
Neyse, muhabbet fazla uzadı ama sanırım ne demek istediğimi anladınız. Bu adamlar konuyu Masonların komplolarına, Evanjelistlerin dünya hakimiyeti planlarına bağlıyorlar (bu konuda hayal güçleri sıkı çalışıyor) ve bence kısmen haklı da olabilirler ama gelen şey her neyse, insanoğlu arasında grup, din veya ırk ayrımı yapacağını hiç sanmıyorum. İnsanlar "dünyanın sonu" kehanetleriyle ürküyorlar ama bunun sadece fiziksel boyutta korkutucu olduğunu, hepimiz ölsek bile sonunda çok daha güzel bir ortamda yeniden doğacağımızı anlamıyorlar. Şu ayrımı iyi yapmak gerek: Bizler, ruhları da olan fiziksel benlikler değiliz; bizler, fiziksel bedenlerde dünya yaşamını deneyimleyen ruhsal benlikleriz ve asla yok olamayız, ölemeyiz.
Bence Thea Alexander'ın ünlü klasiği M.S.2150'deki gibi bir değişim gerçekleşecekse, mikro insanın kendisini yok etmesinde bir sakınca yok. Hey, Dear Mr. President, after you, sir!
Subscribe to:
Posts (Atom)