Wednesday, February 22, 2012

Allah, Yaratılış ve Mikro İnsanlar

(will be added in English)

Üniversite yıllarımda yoğun bir arayış içindeydim. Bize öğretilen İslam doktrini ile ruhen, psikolojik ve zihinsel olarak kabullenebileceğim İslam felsefesi arasında korkunç fark vardı ve Tanrı'dan korkmak yerine O'na aşkla, huşuyla bağlanmak ihtiyacında olan ben, sonunda "Eğer etrafımdaki bu insanlar Müslüman ise, demek ki ben değilim," demeye başlamıştım.

Daha üç yaşımdayken, anneme bir soru sorardım ve cevabını alamadığım için çok sinirlenirdim: "Anne, bizi Allah baba yarattı, değil mi?" "Evet." "Bizim her şey için O'na ihtiyacımız var, değil mi?" "Evet." "Ama O'nun bize ihtiyacı yok, değil mi?" "Evet." Şimdi, çocuk mantığımla düşünüyorum: Yahu, Tanrı ya da insan, fark etmez, bir varlık ya da güç ihtiyaç duymadığı, hatta belki kendisine ayak bağı olacak bir şeyi neden yaratır ki? "E anne, Allah baba bizi neden yarattı o zaman?" Tabii ki cevap yok, çünkü o da bilmiyor.

Daha üç yaşımdayken varoluşun, yaratılışın kaynağını sorgulayan ben, bu soruların cevaplarını çok uzun yıllar sonra, spiritualizm ile tanıştığımda okuduğum kitaplardan aldım. Çünkü hayatım boyunca Tanrı ile ilgili karşılaştığım en mantıklı açıklama şuydu (yanlış hatırlamıyorsam Ramtha serisinde okumuştum): "Tanrı bir zamanlar öz enerji olarak sadece 'olmak' idi. Kendini deneyimleyemiyordu. Bunun için kendini sayısız parçalara ayırdı ve tüm bu zerrelerden galaksiler, sistemler, yıldızlar, gezegenler, gezegenlerin üzerindeki canlılar ve dolayısıyla insanlar oluşarak fiziksel bir boyut kazandı. Ama bu zerreler fiziksel boyuta inmek için titreşimlerini düşürmek zorunda kaldıklarından, zaman içinde gerçek kimliklerini unuttular ve O'na ulaşmak için sürekli tekrarlanan bir döngü içine girdiler." Ve Kuran'da da şöyle der: "Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz."

Kendim çevirdiğim ve Kozmik Kitaplar'dan yayınladığım "Evrenin Sevgi Bilinci" adlı kitapta ise çok daha basit, çok daha yalın ama çok daha etkileyici başka bir tanım vardı: "Sevgi, bir duygu değildir. Duygu olarak tanımladığımız öfke, nefret, aşk, istek gibi kavramların hepsi, sevginin farklı ifadeleridir. Sevginin kendisi Tanrı'dır."

İşte Tanrı bu kadar güzel tanımlanabilirdi. Dinlerin inançları ve Tanrı'ya ulaşma yolunu çarpıttığı böyle bir dünyada bunca insanın sevgisizlik sorunuyla karşılaşmasına şaşmamak gerek. Çünkü bugün özellikle Arap yarımadasındaki terörist gruplar sayesinde, Tanrı'yı bizi cezalandırmak için fırsat kollayan, inanç için doğru yolu izlemediğimiz takdirde (bu doğru yol anlayışının her dinden insanlar için farklı olması ve bunun başlı başına bir kargaşa yaratması önemli değil tabii) bizi Cehennem'e atmaya hazır bekleyen, sevap işledikçe bizi seven ve günah işledikçe bizden nefret eden (buna koşullu sevgi denir ve her şeyi bağışlayan Tanrı kavramına daha en başından terstir), her şeyin üzerinde yükselmiş bir "polis şefi" olarak tanıdık. Diğer yandan, Hıristiyan ve Musevi din adamları özellikle Müslümanları, Müslüman din adamları da onları cehennemlik sayarken, görünüşe bakılırsa Cennet bir hayli boş kalıyor, çünkü dünya nüfusunun dörtte üçünden fazlası bu dinlere mensup.

Arthur C. Clark'ın Rama serisinde çok doğru, yerinde ve ilginç bir soruyla karşılaşmıştım. Romanın astronot kahramanı Rama ile sürüklenerek kendini başka bir gezegende bulduğunda ve yine başka galaksilerden birinden toplanan akıllı canlı türlerinden biriyle karşılaştığında, sormak istediği ilk sorulardan biri şuydu: "Sizin din ve Tanrı kavramınız ne?"

Bizim gezegenimizde ise din adamlarının çoğu, sağ olsunlar, inançla ilgili en çok kargaşayı da onlar yaratıyorlar, bize şunu söylüyorlar: "Dünya'dan başka gezegende hayat yok; varsa da Kuran'da, İncil'de, Tevrat'ta geçmiyor." Onlara göre, Allah "binlerce alemin efendisiyim" derken, sadece bu gezegendeki alemleri kastetmiş; ruhlar alemi, böcekler alemi, hayvanlar alemi, insanlar alemi vs. Alem kelimesinin dünya anlamına gelmesinin ve genellikle ikinci kelimenin de başlı başına bir gezegeni ifade etmesinin yine bir önemi yok. O zaman geriye şöyle bir yargı kalıyor: Tanrı malzemelerini korkunç derecede israf eden bir tasarımcıymış, çünkü daha kendi güneş sistemimizin ucuna gidemezken bu kadar sayısız galaksi ve sistem yaratması çok saçma (tabii bu adamlar, gezegenlerin de kendi ruhsal benliği olabileceğini düşünmüyorlar).

Bundan birkaç yıl önce 2012 ve Nibiru gezegeninin dönüşüyle ilgili televizyonda katıldığım bir tartışma programında (ismi lazım değil), karşımıza bilim adamı diye oturtulan bazı yobazlara ciddi şekilde sinirlenmiştim. Bu adamlar (özellikle ismini hatırlayamadığım bir tanesi) sadece dünyada insan yaşamının (ve daha birçok canlı türünün), daha yüksek teknolojiye ve uygarlık seviyesine erişmiş başka gezegenlerden gelmiş zeki varlıklar tarafından başlatılmış olabileceği olasılığını asla kavrayamadıkları gibi, başka gezegenlerde yaşam olamayacağını da iddia ediyorlardı. Yine diğer bir iddialarına göre, dünya gezegeni ya da diğer adıyla Lady Gaia, cansızdı!

Bu adamlara ilk sorum şu oldu: "Şimdi, metafiziği ve spiritüalizmi bir kenara atalım ve sadece bilimsel yaklaşalım. Sizler bilim adamı olduğunuzu iddia ediyorsunuz. O halde şu sorularıma cevap verin: 1. Dünya organik midir, inorganik midir?" Tabii ki cevap "inorganik." "2. Taş organik midir, inorganik midir?" "İnorganik." "3. Toprak organik midir, inorganik midir?" "İnorganik." (İlginç bir yorum.) "4. Bitkiler organik midir, inorganik midir?" Cevap yok, çünkü nereye vardığımı anladılar. "5. İnorganik topraktan organik bitkilerin nasıl türediğini açıklayınız. Açıklayamıyorsanız, lütfen daha fazla saçmalamayınız."

Hemen ardından gelen ikinci sözel manevramda şunu vurguladım: "Bilim daima beş duyusuyla algılayabildiği, kanıtlayabildiği şeyleri kabul eder ve bunların ötesinde kalanların bir önemi yoktur. Bilim, 50'li yıllara kadar kızıl ötesi ışınları göremiyordu ve yeterli teknoloji seviyesine ulaşıldığında görebilmeye başladı. O zaman, evet, kızılötesi ışınlar var dedi. Jules Verne, Denizler Altında 20,000 Fersah'ı yazdığı zaman bilim adamları ona deli dedi. Ama teknoloji seviyesi yeterli olduğunda, denizaltılar hayatımızın bir gerçeğiydi. Kıssadan hisse, sayın uzmanlar: Bizler sanatçıyız, bizim işimiz hayal gücü, felsefe ve size göre 'manyakça' sorulardır. Ama biz sorularla yolu açarız ve siz bilim adamları, yavaş ilerleyen anlayışınızla bize yetişmeye uğraşırsınız. Dolayısıyla, bazı gerçekleri sizden asırlar önce söylemiş olan sanatçılar ve düşünürler 'geri zekalı çılgınlar' olurken, zaman içinde, aslında sizden ne kadar ileride olduğumuzu anlarsınız ama bunu kabul etmek pek işinize gelmez."

Ve üçüncü manevra: (İşte burası çok keyifliydi.) "İnsanoğlu, 20. yüzyılın başlarında uçmayı başardı ve yüzyılın ikinci yarısında, neredeyse yarım asır sonra, Ay'a gitti. Bugün, yani ilk resmi uçuştan yaklaşık yüz yıl sonra, Mars'a ve başka gezegenlere araç gönderebiliyoruz. Genetik bilimi sayesinde koyun klonlayabiliyoruz; insan klonlamış olduğumuza da bahse girerim. Üstelik, bilinen kayıtlı tarihimiz sadece 6,000 yıl. Şimdi bir uygarlık düşünün. Bizim kayıtlı tarihimiz gibi, hiç kesintiye, küresel çapta doğal felaketlere uğramamış, birbirini nükleer füzelerle kızartmamış olsun; böyle bir uygarlık sizce 20,000 yıl gibi bir sürede nasıl bir seviyeye gelebilir? İnsanoğlu olarak bizim 20,000 yıl sonra ne seviyede olabileceğimizi hayal etmeye çalışın; bilim adamları olarak hayal gücünü kullanmak sizin için zor, biliyorum ama yine de elinizden geleni yapın. Şimdi sorum şu: Böylesine gelişmiş bir uygarlık için başka bir gezegene gidip orada genetik olarak bir yaşam başlatmak çok zor mudur? Biz 20,000 yıl sonra böyle bir şey yapamaz mıyız? Böyle bir senaryonun gezegenimiz üzerinde gerçekleştiğine inanmak bu kadar mı zor?" Sessizlik. Homurdanmalar ama somut bir cevap yok. "Evet, zor," diye devam ettim, "çünkü insan egonuz bunu kabullenmenizi zorlaştırıyor. Evrendeki en gelişmiş canlı olduğumuza o kadar inanmışsınız ki dünya dışı bir uygarlığın gerçek kaynağımız olabileceğini kabullenemiyorsunuz."

Bu bilim adamlarından biri, işte bu noktada stratejik bir hata yaptı ve şöyle dedi: "Nibiru diye bir gezegenin bize yaklaştığını şimdiye dek öğrenirdik."
"O zaman biraz daha okuyun," dedim. "Çünkü NASA bundan daha birkaç ay önce, güneş sisteminde daha önce keşfedilmeyen bir gezegen daha olabileceğini açıkladı. Bilmiyorum, yoksa NASA'yı spiritüel kaçıklar mı yönetiyor?"

Neyse, muhabbet fazla uzadı ama sanırım ne demek istediğimi anladınız. Bu adamlar konuyu Masonların komplolarına, Evanjelistlerin dünya hakimiyeti planlarına bağlıyorlar (bu konuda hayal güçleri sıkı çalışıyor) ve bence kısmen haklı da olabilirler ama gelen şey her neyse, insanoğlu arasında grup, din veya ırk ayrımı yapacağını hiç sanmıyorum. İnsanlar "dünyanın sonu" kehanetleriyle ürküyorlar ama bunun sadece fiziksel boyutta korkutucu olduğunu, hepimiz ölsek bile sonunda çok daha güzel bir ortamda yeniden doğacağımızı anlamıyorlar. Şu ayrımı iyi yapmak gerek: Bizler, ruhları da olan fiziksel benlikler değiliz; bizler, fiziksel bedenlerde dünya yaşamını deneyimleyen ruhsal benlikleriz ve asla yok olamayız, ölemeyiz.

Bence Thea Alexander'ın ünlü klasiği M.S.2150'deki gibi bir değişim gerçekleşecekse, mikro insanın kendisini yok etmesinde bir sakınca yok. Hey, Dear Mr. President, after you, sir!

No comments:

Post a Comment

Real Time Analytics Real Time Web Analytics